NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, 3-4 Nisan’da Brüksel’deki karargahta yapılan NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın bitiminde ittifakın kuruluş yıl dönümünü “76 yıl önce, 12 ülke bu ittifakı oluşturan bir antlaşmayı imzalamak için bir araya geldi. Müttefikler yıllar boyunca birlikte çalışarak güvenliği sağladılar” ifadeleriyle kutladı.
Ukrayna’daki savaşın gidişatının ve 24-26 Haziran’da Hollanda’nın Lahey kentinde yapılacak NATO zirvesinin konuşulduğu toplantı, Ukrayna’ya yardım, daha fazla silahlanma, üye ülkelerin savunma harcamalarını yükseltme gibi hedefler zemininde gerçekleştirildi.
Kurulduğu günden bu yana dünyaya yalnızca daha fazla savaş taşıyan, ‘Transatlantik’ ittifakının çatırdadığı yönündeki söylentilere ve Avrupa liderlerinin ‘Trump terk etti’ endişelerine rağmen tarihsel misyonu gereği büyük bir gayretle savaşı uzatmanın yolunu arıyor.
Peki, ülkemizin de bir parçası olduğu bu savaş makinesi neden kuruldu?
Tarihler 4 Nisan 1949’u gösterdiğinde, 12 ülke tarafından atılan imzalar sonucunda ‘Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ (NATO) tarih sahnesine çıktı.
NATO’yu NATO yapan konsept ise, ‘genişleme’ konsepti.
Son dönemde, çoğunlukla Rusya’nın Ukrayna operasyonuna bir ‘tepki’ olarak gerçekleştirildiği düşünülse de, ‘genişleme’ konsepti, NATO’nun kurulduğu günden itibaren temel itici gücü oldu, öyle olmak da zorundaydı.
Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, Birleşik Krallık ve ABD’yle başlayan süreç, 1952’de Yunanistan ve Türkiye, 1955’te Batı Almanya, 1982’de İspanya, 1997’de Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’te Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ, 2020’de Kuzey Makedonya ve son olarak Türkiye’nin de onayıyla Finlandiya ve İsveç derken genişleme konseptini aralıksız sürdürdü.
Bu konseptin hedefinde ise, elbette ki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve sonrasında Rusya vardı. Genişleme, her dönemde aynı anda bir kuşatmaydı.
NATO’nun önderi ve itici gücü ABD, dolayısıyla ittifak, öncelikle ABD yayılmacılığının çıkarlarına hizmet eden bir savaş makinesi.
‘Sovyet tehdidi’ anlatısına karşı inşa edilen NATO, askeri ve medya gücüyle ‘komünistler dünyayı ele geçirmeye çalışıyor’ mesajı verirken, temel motivasyonu art arda patlak veren sosyalist devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle ete kemiğe bürünmeye başlayan ‘komünizm hayaletinin’ önüne bir set çekmekti.
Sovyetler Birliği’ne karşı savaşılmalıydı. Bu savaşın zemini öncelikli olarak Avrupa olsa da, savaşın Kore ve Vietnam gibi, dünyanın diğer bölgelerinde de yürütülmesi gerekiyordu.
NATO, savaş örgütü olduğu kadar siyasi bir dizayn aracıydı. Yalnızca ‘düşmanı’ değil, üye ülkelerin siyasetini şekillendirmek, politikalarına yön vermek için de ‘işlevli’ bir aracıydı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’daki ABD yanlısı siyasetlerin güçlendirilmesi, dönemin ekonomik ve siyasi buhranında solun bastırılması gerekiyordu.
NATO ve Kontrgerilla
Bütün bu hedeflere ulaşılması ise, ‘yasal’ yollarla imkansızdı. Bu nedenle NATO, ABD önderliğinde gizli örgütler kurdu, yönetti, ülkelerin iç işlerine müdahale etti.
NATO’nun sözde ‘komünizm tehdidine’ karşı mücadele bahanesiyle oluşturduğu gizli paramiliter gücü Kontrgerilla, ‘resmen’ NATO komutası altında olmamakla birlikte, NATO’nun gözetimi ve yönlendirmesiyle hareket eden bir yapılanma. Özellikle Avrupa’da faaliyet gösteren bu gruplar, demokratik kurumları baltalamak, sol/sosyalist hareketleri sindirmek ve toplumda korku yaratmak amacıyla pek çok karanlık operasyona imza attı.
NATO’nun Kontrgerilla faaliyetleri ilk olarak, İtalya’da gerçekleştirilen Gladio Operasyonu’yla açığa çıktı. Bu operasyonda, İtalya’da 1970’li ve 80’li yıllarda yaşanan çok sayıda terör saldırısının arkasında Gladio’nun bulunduğu ortaya çıktı.
Gladio tarafından örgütlenen bu saldırıların en önemli amacı ise, kamuoyunda saldırıların ‘solcu gruplar tarafından düzenlendiği’ izlenimini yaratmaktı. Böylece, sol hareketlere karşı kamuoyu desteği azaltılmaya çalışıldı, başarılı da olundu.
‘Stay Behind’ operasyonları
NATO’nun hedef aldığı ülkelerde Kontrgerilla eliyle yürüttüğü operasyonlar ise, tarihe ‘Stay Behind’ operasyonları olarak geçecekti.
Bu operasyonların amacı, Sovyetler Birliği’nin ‘Batı Avrupa’yı işgal etmesi durumunda’ direniş hareketleri kurmak ve sabotaj, istihbarat ve propaganda gibi faaliyetlerde bulunmaktı. Bu örgütler, normalde sivil olan, ancak gerektiğinde aktif hale gelebilecek kişilerden oluşuyordu. NATO’nun Avrupa Müttefik Yüksek Komutanlığı (SHAPE) ve CIA tarafından koordine edilen bu süreç, kamuoyundan gizli yürütülüyordu. Bir diğer deyişle ülkeler, ABD tarafından gizlice işgal ediliyordu. NATO tarafından, para kaynağı, insan kaynağı ve hedefleri gizlenen ordular kuruldu.
İtalya dışında, Fransa, Almanya, Belçika, Yunanistan ve Türkiye gibi birçok NATO üyesi ülkede de benzer stay-behind ağları kuruldu. Bu örgütlerin varlığı, Soğuk Savaş boyunca gizli tutuldu ve bilgiler ‘devlet sırrı’ olarak korundu.
Türkiye’de Kontrgerilla
Benzer şekilde, Türkiye’de de NATO’nun Kontrgerilla faaliyetlerinin izlerine rastlanıyor. NATO’nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri, 50’li yıllarda önce Seferberlik Tetkik Kurulu, sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığına bağlı Özel Harp Dairesi ismi altında faaliyet yürüttü.
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit de, bu gizli örgütün varlığını 1974’te, dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan öğrenecekti.
6-7 Eylül saldırıları, 1977 Taksim 1 Mayıs Katliamı, Maraş Katiamı, Çorum’da Alevilere yönelik saldırılar, 12 Eylül’e giden süreç, faili meçhul cinayetler ve daha fazlası…
Özellikle 1970’ler ve 1980’lerde solcu hareketlere ve halka karşı gerçekleştirilen birçok faili meçhul cinayet ve saldırının ardında, NATO’nun Kontrgerilla unsurlarının bulunduğu biliniyor.
Bu saldırılara dair en açık itiraf ise, o günlerde Seferberlik Tetkik Kurulu’nda çalışan, daha sonra Özel Harp Dairesi Başkanlığı’na kadar yükselen Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun 6-7 Eylül olaylarına dair açıklamasıydı:
“Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”
‘Demokrasi’ adıyla genişleme
Genişlemediği sürece ölmeye mahkum olan bu ittifak, -yeni değil- 1990’ların sonunda neredeyse Rusya sınırına ulaşmıştı. Bütün bu sürecin temel ‘mottosu’ ise elbette ki demokrasiydi. Atlantik’in ‘özgür’ ulusları, demir perde totalitarizmine teslim olmayacaktı.
Elbette ki bu zorunlu genişleme, Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan sonra durmadı. Mesele yalnızca Sovyetler’in varlığı değil, emperyalizmle uyumlu siyasi ve ekonomik düzenin Sovyet coğrafyasının tamamında hakim kılınmasıydı. Dolayısıyla, Batı siyasal anlatısında antikomünizme her daim eşlik etmiş ‘Rus düşmanlığı’ propagandası sürdürüldü.
Sosyalizmden ‘kurtarılan’ Rusya halklarının ekonomik kriz, mafya ve oligarşi üçgeninde çırpınışı devam ederken, NATO’nun yayılmacı çizgisi dünyada tek hakim güç olmaya başlamıştı.
Gizli operasyonlardan açık saldırılara
Bu hakimiyet, yalnızca gizli operasyonlarla değil, açık askeri saldırılarla da hakimiyetini sürdürdü.
1999’da Kosova’daki savaş, 2001’de Afganistan’ın işgali ve 2011’de Libya’ya yönelik emperyalist saldırganlık bunların en bilinenleri.
1999 yılında, Kosova, Sırbistan ve Karadağ, 13 ülkeden 600 uçak tarafından bombalandı. Temel hedef, NATO’nun Balkanlar’daki etki alanını genişletecek, ABD yanlısı bir hükümetin tesis edilmesiydi. Bu amacı, ‘Rusya’nın etki alanının sınırlandırılması’ olarak da okuyabiliriz.
‘Kararlı güç harekatı’ denen bu saldırılarda misket bombası dışında 6 bine yakın uranyumlu füze ve bomba atıldı. Mülteci kampları, su ve elektrik kaynakları gibi yaşamsal noktalar bombalanırken de aynı ‘kararlılık’ hakim kılındı. Pentagon, daha sonra Bosna-Hersek’te 10 bin 800 uranyumlu bomba atıldığını kabul etmek zorunda kaldı. Ve yine aynı kararlılık, sayısız Sırp’ın ölümü ve sürülmesiyle sonuçlanan etnik temizlik harekatlarına verilen destekle de gösterildi.
Aynı saldırganlık Afganistan’da da yaşandı. NATO şemsiyesi, anlaşmanın ünlü ‘5. maddesiyle’ ittifak üyelerinin Afganistan’a sürüklenmesiyle açıldı. Uzun süreli işgal ve sivil katliamların sonucunda ise, ABD güçleri, bu ülkeyi ‘Sovyet tehdidine’ karşı yıllarca büyütüp besledikleri Taliban’a bırakarak kaçtı. Emperyalist saldırganlığın öne sürdüğü ‘önleyici savaş’ konsepti, Julian Assange’ın yıllarca hapiste tutulmasının nedenlerden biri olan Afganistan belgeleri, sonraki dönem Irak’ta aslında olmadığı ortaya çıkan kimyasal silah yalanlarıyla örüldü.
Libya lideri Muammer Kaddafi’nin vahşice öldürülmesiyle sonuçlanan Libya ‘devrimi’ ise yine aynı ‘insani yardım’ maskesinin takıldığı, gerçekte ise Kaddafi’nin, hatta Kaddafi sonrası Libya’sının da ‘çizgi dışına çıkmasını’ engellemeye yönelik bir emperyalist saldırganlıktı. NATO’nun Libya’ya götürdüğü özgürlüğün temel sebebi, milyarlarca varil petrol, trilyonlarca metreküp doğalgaz rezervleriyle, 6 trilyon dolarlık enerji kaynaklarından başkası değildi. ‘Sivilleri korumak’ için BM himayesi altında başlatılan NATO bombardımanı aylarca sürdü.
Özgürlük, demokrasi, barış…
NATO, bütün bu saldırganlığını özgürlük, demokrasi, barış ve ‘insani gerekçelere’ dayandırdı. Bu açık yalanın dünya çapında milyonlarca alıcısının olması ise, ‘demokratik’ medya devlerinin başarısı.
Bu bağlamda, Ukrayna’da devam eden savaşı da bu tarihsellik içerisinde değerlendirmek mümkün. Ukrayna, hem Sovyet öncesi dönemde, hem SSCB döneminde, hem de sonrasında, emperyalizmin gözünü diktiği ve uzun süreli istikrarsızlaştırma girişimlerinde bulunduğu bir bölge. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ‘NATO’yu yeniden birleştirdiği’ yönündeki tezler de bu tarihsellikten uzak bakış açısı nedeniyle ortaya çıkıyor.
ABD, Ukrayna’nın bağımsızlığını ilan ettiği tarihten bu yana, Ukrayna içi siyasi çekişmelerin çeşitli düzeyde parçası olageldi. 2004’teki Turuncu devrimde de bu saflaşma yaşandı, 2014’te, AB işbirliği anlaşmasının iptal edilmesiyle patlak veren Maydan Darbesi döneminde de aynı saflaşma geçerliydi. Ve hatta, ABD’nin NATO üyesi dahi olmayan Ukrayna’ya gösterdiği ilgi, Rusya’nın Ukrayna’daki askeri faaliyetlerinden çok daha öncesinde, Karadeniz’in tam anlamıyla bir NATO gölüne dönüşmesi planları dahilinde başlamıştı.
NATO bugün ne yapıyor?
Tarihi askeri saldırılar, gizli operasyonlar, faili meçhuller ve siyasi komplolarla yazılan NATO, genişleme konseptini bütün hızıyla sürdürüyor. Aynı şekilde, dünya genelinde kurduğu askeri noktalarla, kendi çıkarına ters hareket eden diğer ülkelere gözdağı vermeye çalışıyor.
NATO, yukarıda saydığımız saldırılar dışında, günümüzde de Somali’de ‘Operation Ocean Shield’, Akdeniz’de ‘Operation Active Endeavour’, Baltık bölgesinde ‘Baltic Air Policing’, Doğu Avrupa’da ‘Enhanced Forward Presence (eFP)’ isimleriyle ‘diş göstermeye’ devam ediyor.
Bugün ayrıca, NATO’nun İtalya, Almanya, Türkiye, Kosova, Afganistan, İzlanda ve İspanya dahil olmak üzere yaklaşık 10 ülkede çeşitli işlevlere sahip askeri üssü, 28 ülkede misyonu bulunuyor.
Savaşa hazırlık
Bu ittifak, onlarca asker ve teçhizatın katılımıyla yalnızca son 10 yılda çoğu her yıl tekrar eden 10’dan fazla askeri tatbikat düzenledi. Bunun anlamı, NATO’nun üye ülkeleri gitgide yakınlaşan bir savaşa sürekli hazır halde tutma çabasından başka bir şey değil.
Aynı şekilde, NATO, üye ülkelerden savunma harcamalarını artırması istemesi de bu büyük hazırlığın bir diğer göstergesi.
NATO’nun 2014’teki Galler zirvesinde (ki bu yıl Ukrayna’da renkli devrimin gerçekleştirildiği ve bölgede yeni bir sürecin açıldığı yıl), üye ülkelerin gayri safi yurtiçi hasılalarının (GSYİH) en az yüzde 2’sini savunma harcamalarına, en az yüzde 20’sinin ise büyük donanım ve ilgili araştırma ve geliştirme faaliyetlerine harcanmasına karar verilmişti. Şimdi bu oran, ABD Başkanı Donald Trump’ın ve NATO’nun yeni Genel Sekreteri Mark Rutte’nin baskılarıyla yüzde 5’e kadar çıkarılmaya çalışılıyor.
Bugün Rusya’nın saldırısının ‘NATO’yu birleştirdiği’ düşünülse de, Rusya’nın Ukrayna operasyonundan 8 yıl önce NATO, Rusya’ya karşı Hazır Eylem Gücü (Very High Readiness Joint Task Force – VJTF) adı verilen bir görev gücü kurmuştu bile.
Bütün bu bilgiler ışığında NATO, hem üye ülkelerin, hem de rakip ülkelerin egemenlik haklarını ve bölgesel barışı tehdit eden bir unsur olarak varlığını sürdürüyor. Bütün odağı, planları ise durmaksızın genişleme üzerine. Bu genişleme durmadıkça, dünyamızda silahlar susmayacak.