2023 Genel Seçimleri üzerinden henüz iki ay geçmedi ama muhalefetin siyasal eliti içinde hüsranın nedenlerine ilişkin sorgulamalar buharlaştı. Elbette hiç muhasebe yapılmıyor değil. Altılı masadan çekilip gazeteci Merdan Yanardağ’ın hapse atılmasında rol oynayan İYİP’liler, Kılıçdaroğlu’na karşı yürüyüş başlatan Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, HalkTV ekranlarından eksilmez olan Ümit Özdağ ve elbette Kılıçdaroğlu’na karşı sancak açma tereddütleri yaşayan İmamoğlu hep bir muhasebeyle hareket ediyorlar. Yalnız, bunların gereken ölçekte sorgulamalara yaslanmadığı açık ve muhasebeleri, seçimdeki hüsran politikasına dahil ettikleri kitlelerden kaçırılarak yapılıyor. Türkiye’nin Erdoğan rejiminden bunalmış en az yüzde ellisi –dünyanın en adaletsiz seçim ve şaibeli sayım sistemine göre bile yaklaşık yirmi beş milyon– tıpkı umutları gibi sorgulamalarının da CHP ve mülga altılı masa kulislerinde boğulmasını izlemeye koyuldu.
Aslında sorun biraz da “analiz” dediğimiz tuhaf inceleme biçiminde. Analiz, nihayetinde bütünü parçalara ayırma yöntemi ve zihninde hiçbir bütünlük bulunmayan bir siyasal elitin analiz adı altında sunduğu fason fikirlerin de ömrü 14 Mayıs’ta bitmiş durumda. Realizm ile hayallerin, rakamlar ile yalanların, uzmanlık ile cehaletin, hatta muhalefet ile iktidarın bu kadar birbirine karıştığı bir dönemde, analizlerin ve “analitik aklın” iflasını da kaçınılmaz saymalı. O nedenle, belki de soğuk analizden önce, çubuğu tersine bükerek, hüsranı anlamak için mesellere başvurmak o kayıp bütünlüğü bulmamıza yardım edebilir. Ne de olsa, mesel dediğimiz de kıssadan hisse çıkarma, neden’leri teke indirme sanatı olarak görülebilir.
Peki yirmi beş milyonluk ve yirmi yıllık hüsranı hangi mesel anlatabilir?
Hüsranın baş sorumlularını, yirmi yıldır AKP’ye muhalefet adı altında cumhuriyetçi tabana hezimetler yaşatıp her defasında kendini affettiren ve her defasında yeniden dolandıran meclis muhalefetini gördükçe, akla ister istemez Banker Bilo’nun Maho ağası geliyor. Ama cumhuriyetçi taban dediğimiz toplamı maraba Bilo yerine koymak güç. Bu kesimin kanaat önderlerinde somutlaşan özbilincini, Maho’nun kamyonuna binme ve başkalarını bindirme hevesini, Maho’nun dolandırıcılığına etkin biçimde katılma ısrarını gariban Bilo karakteri anlatamaz. Banker Bilo, hüsranın yalnızca Maho ağadan kaynaklandığını ima etmesi açısından tek boyutlu kalıyor.
Belki de sevinmeliyiz, Yeşilçam’ın sade meselleri artık trajedilerimizi anlatmaya yetmiyor. Daha derin, daha incelikli mesellere ineceksek de Sisifos’tan iyi bir hüsran tasviri bulmak herhalde imkânsız. Yeraltı tanrısı Hades’in Sisifos’a verdiği ceza tarih boyu öyle çağrışımlar uyandırmış ki, destan uygarlığın dağarcığından silinmemiş. Karakterin bir kayayı sonsuza dek dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılması hep dehşet ve dahi ilham verici bulunmuş. Öyle ya, cehennemde yanacaklara bile sonunda cennet vaat ediliyor; Hades’in cezasında ise umudun ve iradenin biteviye kırılması esas. İlginç, çünkü ilk bakışta kaya itmenin cehennemde yanmaya göre daha az dehşet verici, yani “ehven-i şer” göründüğüne kuşku yok. Öyleyse, “Ehven-i şer, şerlerin en kötüsüdür,” sözünü Sisifos’un hüsrana ilişkin ilk dersi olarak kaydedebiliriz.
Kibir ve Ataletin Dansı
Destanda Sisifos, kayayı binbir gayretle zirveye ulaştırdığı anda kaya tekrar tepeden aşağıya yuvarlanıyor, Sisifos’un çabası yeniden başlıyordu. Bizde de nüfusun en az yüzde ellisi, en az yirmi yıldır “bu kez olacak” diyerek seçim sandığını zirveye taşımaya uğraşıyor. Başarıya ramak kaldığını düşündüğü her defasında sandık yeniden tepenin eteklerinde beliriyor. Nitekim, hüsranın üzerinden bir ay geçmeden belirdi bile; muhalefetteki hüsran siyasetinin sorumluları bir sonraki sandığı işaret etmeye başladılar.
Sisifos’un suçu basit görünse de, alegorinin güçlü olmasında etkili: hybris, yani kibir. Buradaki kibri ise hemen ahlakî anlamıyla almamak gerekli. Sisifos, ölümü kandırdığı, hayatın bu en temel yasasının etrafından dolandığı için cezalandırılmıştı. Bu bakımdan kibir, kurnazlığa, hatta oportünizme yakın bir anlam içeriyordu. Sisifos’a layık görülen ceza da tragedyalarının ortak dersine bağlanıyordu: Hayatı belirleyen yasalardan kaçınabilirsin ama kaçamazsın.
Bizim hüsran siyasetindeki kibrin hayret verici boyutu, ihlal ettiği yasaların basitliğine bakılarak anlaşılabilir. Altılı masanın politikacıları ve etraflarına topladıkları kariyerist yorumcuları, yirmi yıldır Erdoğan rejimine razı olmamış kitlelere bir süredir zehirli bir oportünizm salgıladılar: Program, ilke ve en önemlisi devrimci bir mücadele olmaksızın istibdatların aşılabileceği inancı. “Armut piş, ağzıma düş” siyaseti olarak özetleyebileceğimiz bu sözde stratejiye göre ekonomik, siyasal, sosyal kriz içindeki “tek adam rejimi” onulmaz derecede yıpranmıştı ve bir seçimle çözülecekti. (CHP’li yöneticilerin “hakemi de yeneceğiz” pehlivanlığında somutlaşan gaflet.) Pek çok açıdan eğitimli ama politik açıdan eğitimsiz cumhuriyetçi taban bu kolay ve pratik yolun cazibesiyle neredeyse büyülendi. Hüsranın pek çok başka nedeninin altında yatan asıl neden, söz yerindeyse, bu politik atalettir.
Ataletti, çünkü aritmetik toplam yakalama dışında, üzerine uzun uzun düşünülecek bir reçeteyi gerektirmiyordu. Türkiye’de yurttaşlık mefhumunun 1970’lerden beri devlet politikalarıyla baltalanmış olduğu, artık ortada duygu, değer, gelecek birliği anlamında bir toplum kalmadığı, sandıktaki aritmetik toplamdan da bir toplumsal uzlaşma ya da sözleşme çıktığına tarihin tanıklık etmediği gözardı ediliyordu. Yeni bir toplumsal uzlaşma yaratma iddiasındaki birtakım “somut” projeler mi? Bunların, göründüğü kadar somut olmadığını belirtelim. Örneğin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adındaki yeni anayasa vaadinin ne kadar geç, ne kadar laubali ve ne kadar sinsi bir tasarımla ortaya konduğu anımsansın. Bu, ciddi bir anayasal çatı değil, altılı masa kadrolarının kendi menfaat ve çekinceleriyle sakatlanmış bir dekordu. Nitekim, anayasa hukukçusu Profesör Kemal Gözler, bu sistem önerisinin parlamentarizme dönüş olduğu iddiası için “muazzam bir yalandır,” diye bas bas bağırdıysa da bu kakofonide kulak ardı edildi.
Ataletti, çünkü riskli politik ve ideolojik gerilimleri göze almayı değil, yalnızca “muhafazakâr seçmenin” kalbini fethedecek iletişim dilleri, zekice semboller bulmayı öngörüyordu. Hedeflenen “muhafazakâr tabanın” elma şekeriyle kandırılacak çocuklar olmadığı, hiç değilse 12 Eylül 1980’den beri ülkenin eğitimli kitleleri apolitikleştirilirken fabrikaların, gecekonduların ve taşraların bilfiil devlet eliyle politikleştirildiği unutuldu. AKP tabanının Sivas katliamlarıyla, din katkılı hınçla, –Müslüman burjuvazi efsanesinin yoksullar üzerine düşen gölgesi olarak– zenginlik vaatleriyle bilinçli olarak üretilmiş bir dinci kadrolaşmaya dayandığı görmezden gelindi; her şeyden önce de AKP’nin, 1980’lerden itibaren beslenen bu çekirdek kitleyi zirveye vardırdığı: 2023 Ocak ayında sırf AKP’nin üye sayısı 11 milyonu bulmuştu.
(Bunun, politikayla ilgilenmek ile politik olmak arasındaki farka tekabül etmesi konumuz açısından önemli. Gerçekten de, bugün belki Türkiye’de herkes politikayla ilgilidir ama yalnızca yoksullar ve muhtaçların politik olmasına izin vardır – İslamcı ve faşist partilerde. Ve devlet artık yalnızca İslamcı-faşist partilere gerçek bir politik mücadele kredisi, yani düzeni kendi ideolojisine göre değiştirme izni tanımaktadır. Buna göre Türkiye’de eşitsizlikler ve hukuksuzluklar ne kadar artarsa, yoksul ve muhtaçlar da devletçe o kadar “politikleştirilecektir.” Çünkü Türkiye halkına layık görülen fabrika ve iş düzeni, giderek daha fazla köle ücretiyle çalışan, itaatkâr, gereğinde de yanlış düşmanlara, kendi çıkarlarını savunanlara karşı yöneltilebilecek, manipüle edilebilir bir işgücü gerektirmektedir.)
Son olarak, muhalefetin sözde stratejisi temelde bir ataletti, çünkü en az Sisifos’un kayayı itmesi kadar “pratik,” başı sonu belli bir çalışkanlıktan ibaretti: Sandıklara sahip çıkmak. Sonra herkes “nefes alabilecekti”. Bir sivil muhalefetin ülke sathında devletten daha örgütlü olabileceğine ilişkin bu naif umut, sanıyorum seçim öncesinde salgılanan boş sözlerden seçim sonrasında geçerliliğini sürdüren en önemli mirastır.
Anketörler, medyatörler, reklamcılar ve her nevi kariyeristler seferber oldular; yirmi yıl içinde devletin askeri-sivil bürokrasisini kendine tâbi kılmış, Anadolu’nun dört yanında çıkar ağları, küçük Erdoğan şebekeleri kurmuş, ülkenin her parçasını uluslararası lobilerde pazarlayacak yetkilere sahip bir parti-devletten bu çok pratik çıkış yolunu makyajlamaya başladılar.
Küçük Talepler Tuzağı
Kangren olmuş yaralara gül suyu öneriliyordu. “Helalleşme” “normalleşme” “toplumsal uzlaşma” kodlarıyla yürütülen bu kozmetik politika, muhalefetin ufkunu da kişi hak ve özgürlüklerinin –tabii muhafazakâr hassasiyetler izin verdiği ölçüde– hatırlatılması, yolsuzlukların vurgulanması, bir de, teknokratik reçetelerle sınırladı. Bir kez Türkiye’nin krizinin “tek adam iktidarından” kaynaklandığına inanınca, mevcut siyasal-toplumsal yarılmalar da ikincil ve sahte görünüyor, gelişmiş bir sosyo-politik programlar ve çözümler düşünmek de fuzuli ve lüks kaçıyordu.
Yalnızca yolsuzluklar, yoksulluklar ve 90’lı yıllar politikacılarının karagöz-hacivat dövüşünü hatırlatan, maaşlara zam vaadi yarışmalarına odaklanıldı. Bir ara, CHP kodamanlarının, daha seçimler kazanılmamışken Kılıçdaroğlu’na cumhurbaşkanım diye hitap ederken bu zam vaatlerinin Erdoğan tarafından gerçekleştirilmesini de Kılıçdaroğlu’nun zaferi ilan ettiklerine tanık olduk. Bu, muhalefet elitindeki gafletin delilik eşiğini geçtiğini gösteriyordu.
Dolayısıyla uygulamada, ülkeyi derinden bölen çatlakları örtbas eden bir söylemden başka bir şey gelişmedi. Hatta, başlıbaşına altılı masa kompozisyonu, Türkiye’deki çatlakların ve kutuplaşmaların ne kadar da suni olduklarına kanıt olarak sunuluyordu. Şimdi, bunların muhalefetin de içini gizli gizli oymuş gerçek ve etkili bölünmeler olduğu daha net görünüyor. Beklentiler doğru çıkıp seçim kazanılsaydı, bunlar kuşkusuz altılı masa iktidardayken patlayacak ve belki de Erdoğanizmin daha güçlü dönmesini sağlayacaktı.
Bütün “pratik” çözümler manzarası karşısında ilkeler, ideolojiler ve ondan süzülen programlar ile buna dayalı bir mücadele tam anlamıyla fuzuli, ertelenebilir göründü. “Realizm” kılığındaki bir dar kafalılık ve oportünizm, yirmi yıldır Erdoğan’dan bunalmış kitlelere bir siyaset yöntemi olarak aşılandı
Sonuçta, Mayıs 2019’da İmamoğlu rüzgârı sırasında ileri sürdüğüm bir uyarı gerçekleşmiş oldu: “Chp’nin, yönetimi, İmamoğlusu Kaftancısı vs ile tek bir mesleği var: Gezi’de damgasını vuran tabanın özlemlerini alıp mevcut rejime entegre etmek.” “Demokrasi” denen umut diyarına gitmek için CHP liderlikli altılı masanın kasasına atlayan cumhuriyetçi kitleler, kendilerini Beştepe diktatörlüğünün kapısında buldular.
Post-Politikanın Bitişi
Muhalefetin liderliğinden tabanına aşılanan bu atalet, Soğuk Savaş sonrası dünyanın merkez ülkelerinde “yeni demokrasi” ya da “üçüncü yol” gibi çeşitli adlarla pişirildi. Sağ ile solu ayıran çizgilerin silikleştiği, artık toplumun politika üstü reçetelerle düze çıkacağı vaaz edildi. Politika sahnesinin iki ucunda kalan partiler ideolojik, sınıfsal, toplumsal aidiyetlerini ne kadar bir yana bırakıp aynılaşırsa o kadar hızlı bir refah vaadi aşılandı.
Güncel siyaset düşünürleri buna “post-politika” diyorlar. Birebir çeviriyle “politika-sonrası” ama somut sonuçlarına bakınca “politika-dışılık” daha iyi oturuyor. Anlamı: Konsensüs uğruna, politik mücadelenin bir kenara itilmesi. “Asgari müşterekte birleşme” ya da “uzlaşmacı tavizler” uğruna politik mücadeleyi besleyecek ilke, ideoloji ve programların değersizleştirilmesi. Bir politik çizginin ve talebin ne kadar “asgari,” dolayısıyla ne kadar mücadeleden arındırılmış, ne kadar zararsızsa o kadar değerli ve kapsayıcı görülmesi. Politikanın bütün devrimci, dönüştürücü içeriğinin yok edilmesi. Dolayısıyla, içi boş, harcıâlem söylemleri yayan demagog, yeteneksiz ve umut taciri politikacılara yer açılması. Dolayısıyla, ideolojisiyle, kadrolarıyla, tabanıyla politikanın bitmesi.
İlginçtir, günümüzde dünya sağı bu vaazdan paçasını kurtarmaya başlarken, dünya solu hâlâ bu süslü pranganın ağırlığını taşıyor. Muhalefetimizin 2023 hüsranı bu konuda da örnek oldu ve sonunda yalnızca cumhuriyetçi tabanın hassasiyetlerinin feda edildiği anlaşıldı. Seçim sonrası muhafazakâr, İslamcı her nevi kara yüzlü siyasetçinin nasıl da “seküler” parti ve yayınları kullanarak kendisine ikbal yolu açtığını ibretle izliyoruz.
Kısacası denebilir ki, yirmi yıl boyunca, bu cumhuriyet düşmanı, bu köhne, bu boğucu istibdada karşı toplum ne kadar tepki göstermişse de, bu tepkiler, bütün ilke, hedef ve ufkundan arındırılmış, politika-dışı bir parti haline gelmiş CHP liderliğinde gerçek bir mücadeleye asla tedavül edilmedi. Dolayısıyla, yirmi yıl boyunca liberalden devletçiye, Kürtçü’den Atatürkçü’ye her kılığa giren İslamcılık, muhalefet planında gerçek bir antitezle hiç karşılaşmadı. Muhalefet dahil, her siyasete sızabildi. Konsensüs uğruna politikayı feda etmenin yol açtığı durum budur.
Ve özellikle bu bakımdan 2023 seçimlerinin sonucu çarpıcıdır. 2023 seçimleri, yeni bir merkez icat etme hayaliyle içine düşülen –en azından 15 yıldır muhalefeti oyalayan– konsensüs süslemeli tuzağın da iflası anlamına gelmektedir. Seçimde, beğeniriz beğenmeyiz, Özdağ-Oğan kliğinde somutlaşan neo-milliyetçilerden Türkiye İşçi Partisi’ne dek, politik olan, konsensüs değil, ayrım ortaya koyan, bir ideolojinin temsiliyetini elinden bırakmayan yeni güçler kazanımla çıkmıştır — AKP ile Yeniden Refah, Hüda-Par MHP’den oluşan İslamofaşist iktidar cephesi de buna dahildir. CHP ile İYİP gibi alıcısı olmayan merkez siyaset (burjuva uzlaşması) uğruna kendini eritenlerin bu sahnedeki geleceğini yeniden bir politik kimlik inşa edip edemeyecekleri belirleyecektir.
Her masala bir çocukça soru lazım: Sisifos neden bir an durup kayayı taşıyamayacağını anlamamış; umudunu başka yöne çevirmemiş, başka yol, yordam düşünememişti? Belki lanetin püf noktası burada: Hades, aslında ceza olarak Sisifos’tan amaç ve yön duygusunu almıştı; onun umudunu, aklını, –eğer söz edebilirsek– iradesini bir süredurum, yani atalet içinde hapsetmişti. Demek ki önümüzde, yönümüzü belirleme ve palyatif çözümleri bırakıp kökten bir ameliyata yönelme görevi duruyor.