Deniz Baykal 2023 yılında iki kere vefat etti. Fiziksel olarak 11 Şubat’ta, fikirsel olarak 14 Mayıs’ta. İkisi de kamuoyunda yeterince ele alınmadı. Fiziksel vefatı 6 Şubat depreminin yıkımı altında unutuldu ve ölümünün birinci yılında da elli beş yıllık bir siyasal yaşamdan beklenen bir zenginlikle anıldığı söylenemez. Daha ilginci, bu yarım asırlık siyasetçinin nasıl bir siyasal miras bıraktığına ilişkin muhasebelerin kıtlığıdır. Belki köşeli kişiliğiyle Baykal’ın yaşamı renkli anekdotlar açısından pek verimli değildir ve yine belki, şairin harika saptamasıyla “CHP’ye karşı bir CHP’li” olan Baykal’ın bir siyasal mirası olabileceği düşünülmüyordur. Nedeni ne olursa olsun, bu suskunluğa katılmak mümkün değil, zira bugün CHP’de istifa ve çekişmeler içinde gerçekten bir “değişim” tartışması varsa, o da Baykal döneminde girilen yolun bir eseri sayılmalıdır. Yirmi yıllık karşıdevrim sürecinde –Kılıçdaroğlu dönemini de kapsayacak şekilde– CHP’nin politika koordinatlarını belirleyen bir miras vardır ve konuşulmalıdır.
Solun Beşiğinde Büyüyen Sağ
Deniz Baykal’ın siyasal yaşamı, Adnan Menderes’in yakasına yapıştığı iddia edilen 555K eylemine dayandırılsa da bu, kendisinin de doğrulamadığı bir efsaneydi. Ama efsanelerin de bir işlevi var ve bunun işlevi de Deniz Baykal’ın sol ya da sosyal-demokrat tutumlarındaki geniş boşlukları kapamaktı. Öyle boşluklar ki, Hasan Bülent Kahraman’ın bir Siyasal Bilgiler Fakültesi profesöründen aktardığına göre, Baykal 1960’larda her eve uğrayan anayasa ve yeni Türkiye heyecanından bile uzak durmuş ve kendisine fikri sorulduğunda söyledikleriyle herkeste “herhalde AP’den politikaya girecek” izlenimi uyandırmıştı.
Herkesin sola akın ettiği bir devirde sağa meyletmenin özel bir formasyon gerektirdiği açıktır. Baykal da bugün artık sağın ilham kaynaklarından kabul edilen Şerif Mardin’in doktora öğrencisiydi; soldan uzak duruyordu ama doçentlik tezinde berraklaştırdığı anti-elitist ve anti-bürokratik pozisyon ile milliyetçi-mukaddesatçı sağın 1961 Anayasası’na tepkilerini yansıtıyordu. Bu formasyonunu, 90’larda “Anadolu sol” adını verdiği tutucu önerileriyle devam ettirecekti. (Rastlantı mı? Tek parti döneminde CHP içindeki müfrit sağcılar kendilerine “Anadolucular” diyorlardı, Baykal’la benzer mistik düşünsel referanslara yaslanarak.)
Baykal siyaseten, 555K eyleminde değil, Ecevit’in kadrosu olarak girdiği CHP-MSP hükümetinde doğdu. Kendisine “ortanın solu” etiketi biçen 1970’ler Ecevit’inin bir sağ siyaset olarak portresini ayrıca ayrıntılandırmak gerekiyor; ama bu hükümeti bir tür “Millet İttifakı” ilkörneği olarak özetleyebiliriz. 12 Mart faşizmine nispetle kendisini “demokrasiye dönüş” olarak sunan bu hükümet devrinde İçişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı başta olmak üzere kilit bakanlıklar Erbakan’ın İslamcı kadrolarına bırakılmıştı. Milliyet’ten başlayarak egemen düşünce dünyasında Küçükömer’ci esinlenmelerle “Cami-Fabrika” koalisyonu olarak yüceltilen bu hükümet tam da Deniz Baykal’vari bir gizli tutuculuk için biçilmiş kaftandı. Yeni Türkiye’de bir burjuva uzlaşmasının mümkün olduğuna dair umutların sahteliği, Milliyetçi Cephe faşizmlerinin yükselişiyle kanıtlanacaktı.
AKP iktidarına kadar geçen yıllarda Deniz Baykal’ın perde arkasında kalan serüveni şunu göstermiştir ki, merkez solda sol ve sosyal-demokrat hatlar kalınlaştıkça Baykal’ın alanı daralmaktadır. Merkez sol iddiasındaki partilerin sosyal-demokrat sularda seyrettiği 1975 sonrasında da 1990’ların kıtlığında da Baykal bir liderlik ve başarı gösterememişti. Ve eğer 1992’de CHP’nin yeniden açılmasıyla bu partinin başına geçmeseydi, Erdal İnönü gibi figürler karşısında liderlik koltuğuna elini sürebileceği bile şüphelidir. 1995 yılında onu CHP’nin başına oturtan başarısı mı? Çiller yaverliği uğruna bütün itibarını yitirmiş olan Murat Karayalçın’dan bayrağı devralmıştı. Ve yine, 2001 devalüasyonu Türkiye siyasal yaşamını düzleyip önünü açmasaydı, 1999’da barajın altına düşürdüğü CHP’yi ana muhalefet partisi yapabileceğine ilişkin hiçbir emare de yoktur. 2003 yılında Tayyip Erdoğan’a Siirt seçimlerinin yolunu açması üzerine Zülfü Livaneli “siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz,” derken aslında Baykal’ın alternatifler karşısında hissettiği zayıflığı teşhir ediyordu.
Baykal’ın Erdoğanizm pratiği
Bu bağlamda, Baykal üzerine nadir muhasebelerden bir başkasına, Sedat Ergin’e sıra geliyor. Türkiye’yi Erdoğan diktatörlüğüne teslim etmiş plaza siyasetinin “amiral gemisi” olan Hürriyet gazetesinde Sedat Ergin, nankör unutuşlar karşısında Baykal’a hakkını helal etme kibarlığını göstermişti. Ergin, Baykal vedasında aslında iddialı bir işe girişiyor, onun ilk ve en büyük günahını, Tayyip Erdoğan’a Siirt seçimlerine girme ve –mecliste CHP’nin koltuk sayısının azalması pahasına– hükümetin başına geçme imkânı tanımasını aklamayı deniyordu. Ergin’e göre 2003 yılında Deniz Baykal Tayyip Erdoğan’ı siyasete sokan anayasa değişikliklerini kabul etmeseydi, AKP bu anayasa değişikliklerini kendi başına yapacak, hatta “mağdur sayılacağı” için, maazallah, “sandıkta yakalamış olduğu rüzgârı daha da güçlü bir şekilde” estirecekti. AKP’ye böyle nafile bir baraj koymak yerine Baykal, “çözüme katkı sağlayan taraf olmuş” ve Ergin’in “AKP’yi denetleme sorumluluğu” dediği yeni bir politika benimsemişti.
Sonuç mu? Baykal’ın “çözüme katkı sağlaması” sonucunda AKP tam da “sandıkta yakalamış olduğu rüzgârı daha da güçlü bir şekilde estirdi”.
Siyasette gaflet anlık değil, süreklidir, çünkü organize bir gaflettir. Tayyip Erdoğan Siirt seçimleriyle başbakan olduğundan beri plazalarca öğütlenen tek “meşru” siyaset, AKP’ye karşı bir dalgakıran olmak yerine, önlenemez gibi sundukları bu dalgada AKP’yle birlikte yükselme, AKP’yle aynı dalgaya binme sanatıydı. Baykal hiçbir ışığı olmayan bir siyasetçi olarak, hiçbir beceri gerektirmeyen bu “çözüme katkı sağlama” sanatının icracısı oldu.
Ne denebilir, Ergin’den al haberi: Sedat Ergin aslında “AKP’yi denetleme sorumluluğu” diyerek Baykal’ın ilk günahını bir nevi ilk sevaba dönüştürünce, AKP’nin yerleşme süreci üzerine bizlere yeni bir perspektif sunmuş oluyor: AKP iktidarının, CHP “denetiminde” yerleştiğini ima ediyor. Gerçekten de Baykal, dünyanın en adaletsiz seçim sistemiyle kendine meşruiyet devşiren AKP’nin ilerleyişinin önüne asla geçmedi ve muhalefetteki rolünü AKP ile sözde “müesses nizamın” her çatışmasında âdeta bir trafik polisi gibi Erdoğan’a dur-kalk komutları yağdırmakla sınırladı.
Bununla birlikte, Baykal, Erdoğan’dan çok muhaliflerin umursadığı bir trafik polisiydi. Başka deyişle, Erdoğan’dan ziyade ona karşı duran güçleri denetim altında tuttu, tabanında, partisinde ve bürokraside. Gerek Sedat Ergin tarafından gerek liberal cenahça “müesses nizam” diye mistikleştirilen, (özünde 1961 Anayasası’ndan kalma denge-denetleme mekanizmaları olan) bürokratik-kurumsal yapının çözülmesinde bir tür arabulucu rolü oynamıştı. Liberallerin öfkeyle andıkları gibi hiç de ulusalcı değildi ve 2001-2’den itibaren izlediği grafik, ta 1961’de kemalizm biçiminde görünen anayasal bürokratizme olan alerjisiyle paraleldi. Bu anlamda dönemin ruhuyla uyum içindeydi.
IMF komiseri Kemal Derviş’in elini CHP kürsüsünde kaldıran Baykal’dır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Avrupa Birliği‘ne uyum yasaları hiçbir itiraz olmaksızın, diktatoryal bir hızda, parmak kaldıran kuklalara dönmüş milletvekilleri eşliğinde geçerken ana muhalefetin başında Deniz Baykal vardı. Cumhuriyet Mitingleri’nde milyonların AKP’ye yönelik tepkisine tanık olduktan sonra CHP’yi çarşaf açılımına sokan yine odur.
Sanatını CHP başkanlığından ayrıldıktan sonra bile icra etti. Ve bu anlamda Baykal’cılığın doruk noktalarından biri, Nisan 2017’de, yüz yıllık parlamenter rejimi derme çatma bir despotizmle değiştiren şaibeli referandumu kabul ettirmedeki hevesidir. Pusulasız oyların geçerli sayıldığı referandum karşısında CHP içinde meclisten çekilme baskılarına, TBMM başkanı olarak “anayasanın işletilmesi sürecine TBMM’de engel olacakları” yanıtını veriyor, herkes seçimdeki şaibeleri tartışırken Baykal “2018 başkanlık seçimlerine odaklanmak gerek” diyerek Erdoğan’ın oldubittisine ayak uyduruyordu. Kuşkusuz, bunu yaparken plazaların öğütlediği sanatında bayrağı devralan Kemal Kılıçdaroğlu’na nefes oluyordu.
Gerçekten de, Kemal Kılıçdaroğlu hiç kuşkusuz bu bakımdan Baykal’ın bir devamı olup yalnızca CHP politikalarında çubuğun “müesses nizam” ve toplumsal muhalefet aleyhine daha da bükülmesini ifade etmektedir. Tek farkla: Deniz Baykal hâlâ kamuculuk, laiklik gibi birtakım prensipleri gözetmek durumundaydı, Kılıçdaroğlu ise prensiplerin önemli olmadığını öğretti, hem partiye hem kitlelere.
Baykal Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını kabul etmediği gibi, 2010 anayasa değişikliklerine direneceğini söyleyince, karşıdevrime ilerlemek için başka anamuhalefet lideri gerektiği ortaya çıkmıştı. Kaset komplosu bu aşamada geldi.
Ama bunun dışında Kılıçdaroğlu, Gül’cü olan ve 2010 referandumunda hayır oyu kullanmayı “unutan” bir Baykal’dır.
Kılıçdaroğlu gerek laiklik savunusunu CHP’nin envanterinden çıkarışında, gerek 2010 referandumunun kabullenilmesinde, gerek milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasında, gerek Erdoğan’ın Yenikapı uzlaşmasına katılmasında ve CHP’nin AKP’ye eşlik ettiği sayısız örnekte Baykal mirasını bihakkın sürdürdü. Baykal’ın açtığı kulvar sayesinde Kılıçdaroğlu Kemalist rolü oynamaya bile gerek duymadı, solculuğu da tam bir feodaliteye çevirdiği CHP içinde İstanbul İl Başkanlığı’na, moda deyimle, “taşere” etti. Ve bugün iktidar cenahında, bu 1961 denge-denetleme mekanizmalarının sonuncusu olan Anayasa Mahkemesi’nin de kapatılması gündemdeyse, buraya Deniz Baykal’ın açtığı yoldan gelinmiştir.
Değerlendirmeye Baykal’ın 2023 seçimlerine taşınan mirasını açarak devam edeceğiz.