Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında devam eden ‘Kudüs polemiğine’ bambaşka bir açıdan dahil oldu: TRÇ ittifakı…
ABD-İsrail koalisyonuna karşı Türkiye, Rusya ve Çin’den oluşan ‘TRÇ İttifakı’ kurulması gerektiğini savunan Bahçeli, şunları söyledi:
“Dünyaya meydan okuyan ABD-İsrail şer koalisyonuna karşı akla, diplomasiye, siyasetin ruhuna, coğrafi şartlara ve yeni yüzyılın stratejik ortamına en uygun seçenek ‘TRÇ’ ittifakının inşa ve ihya edilmesidir.
TRÇ ittifakının da; Türkiye, Rusya ve Çin’den müteşekkil olması arzu ve önerimizdir. Çaresizlik, ümitsizlik ve çözümsüzlük kuraklıktır, durgunluktur, eylem ve düşünce boyutuyla içe kapanmaktır.”
Bahçeli’nin açıklamaları, ülkemizde zaman zaman gündeme gelen ‘rota değişimi’ tartışmalarını yeniden alevlendirdi.
‘TRÇ İttifakı’ söyleminin Türkiye için ne anlama geldiğinden önce, bu tür tartışmalarda genellikle kaçırılan bir noktayı vurgulamak gerekiyor:
Rusya ile Çin ne kadar ‘ittifak’?
Uluslararası ilişkilerde, ‘ittifak’ ve ‘işbirliği/partnerlik’ gibi kavramlar sıkça karıştırılıyor.
Rusya-Çin ilişkisi hiçbir zaman resmi, bağlayıcı bir askeri ittifak olmadı. Bu iki ülke arasındaki uzun süreli yakın ilişkiler, birbirlerini ekonomik, diplomatik ve bazı güvenlik alanlarında güçlü şekilde destekleyen bir ‘partnerlik’ olarak tanımlanabilir. İkili ilişkilerde, Batı ittifakına kıyasla en büyük fark ise, Rusya-Çin arasında herhangi bir karşılıklı savunma yükümlülüğü olmaması.
Bu iki ülke arasındaki ilişkilerin en çok geliştiği dönemlerin ABD’nin saldırgan politikalarındaki artışla doğru orantılı olması da, ilişkilerin biçimine dair oldukça mantıklı bir tablo sunuyor.
Çin ile rusya arasındaki yakınlaşma, de-dolarizasyon gibi ciddi planlarla birlikte güçlü bir yapıya sahip ve pek çok alanda derinleşiyor. Enerji, ticaret, diplomasi ve askeri işbirliğinde somut ilerlemeler var.
Ancak her şeye rağmen çıkar farklılıkları ve asimetri mevcut. Dolayısıyla ilerleyen dönemde işbirliği daha da sıkılaşsa bile, resmi bir NATO benzeri bir bloklaşma olasılığı yakın vadede mümkün görünmüyor.
İki ülkenin yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS gibi yapılanmalar ise, halihazırda ciddi görüş ayrılıkları ve gerilimler var ve ekonomik güç dengesi bakımından da hala emperyalist Batı ile yarışamayacak düzeyde.
Dahası, özellikle Çin, komünist parti tarafından uzun süredir ısrarla uygulanan uluslararası ilişkiler stratejisi kapsamında hiçbir sınır değişikliğini tanımıyor, hiçbir sıcak çatışmaya girmiyor, hiçbir ülkenin iç ilişkilerine dair tutum açıklamıyor, yalnızca iktidar partileriyle resmi ilişki kurmaya odaklanıyor. Çin, Kırım’ı dahi Rusya’nın toprağı olarak görmüyor.
Bu bağlamda, Çin’in Türkiye gibi ülkelere olan ilgisi, Türkiye’nin siyasi yöneliminden çok, Çin’in başta Kuşak ve Yol Projesi olmak üzere devasa ekonomik programıyla okumak gerekiyor. Bu haliyle bile, Türkiye’nin Kuşak ve Yol Projesi kapsamında yıllar içinde ilan edilen ‘niyet beyanlarının’ aksine kayda değer bir konumunun olmaması da öğretici.
Rusya ise, Türkiye ile ilişkileri iyi tutma arayışında, ancak Suriye, Libya, Karadeniz ve Kıbrıs konusunda iki ülke aslında karşı karşıya. Ayrıca Rusya’da hükümete yakın çevreler, Türkiye’nin ‘aynı anda birden fazla sandalyede oturduğu’ yönündeki görüşlerini asla gizlemiyor.
Ancak yine de bu tartışma, ülkemizin en ‘popüler’ tartışmalarımızdan biri. Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı bir savunma sistemi, Çin’le yaptığı bir ekonomik anlaşma, ABD veya İsrail karşıtı yapılan üst düzey bir çıkış, bütün bu dikkat çekici gelişmeleri, ‘Türkiye rota değiştiriyor’ manşetleri takip etti.
Ancak, ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerin belirleyiciliği olduğu emperyalist/kapitalist dünya düzeninde işler bu kadar kolay değil. Bu nedenle, bu tür tartışmalar, gerçek bir rota değişimini hesaplamaktan ziyade, tarafların kendi istedikleri rotanın propaganda argümanları olarak kullanıldı. Tartışmalar tam olarak bu nedenle siyasi analiz ve gözlemlerden ziyade kişilerin söylemleri üzerinden yürüyor.
Türkiye’nin kamp değiştirmesine dair tartışmalar bu kadar çokken, en genel ifadeyle ‘Türkiye’nin düzenine’ dair tartışmaların çok az yapılmasının sebebi de bu.
Dolayısıyla, Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ittifak kurup kurmayacağı sorusu, ancak ülkemizin ‘Batı kampından’ kopup kopmayacağını ölçerek yanıtlanabilir.
Türkiye ‘Amerikan kampından’ kopabilir mi?
Türkiye, coğrafi konumu, siyasi tarihi ve ekonomik gücü itibarıyla yıllar boyunca dönem dönem ‘karşı kampa’ yakınlaşmış, dönem dönem anlaşmalar imzalamış, bir çeşit ‘denge politikası’ uygulamış bir ülke.
Türkiye’nin dahil olduğu emperyalist Batı kampının lideri konumundaki ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli askeri üslerinden olan, nükleer depolama işlevi gören İncirlik Hava Üssü Adana’da.
Aynı şekilde, topraklarımız da NATO sensör ağına entegre olmuş durumda. NATO’nun erken uyarı ve balistik füze sistemleri de Malatya Kürecik’te.
Hava Kuvvetleri’mizin omurgasını ABD yapımı F-16’lar oluşturuyor. Savaş uçakları, yedek parçalar, yazılım ve modernizasyon gibi konularda ABD’ye bağımlılığımız sürüyor.
Ülkemiz 1952 yılından beri NATO üyesi. Bu durumun yarattığı bağımlılık, ‘askeri pakt’ sınırlarını da aşarak, ülkemizin ekonomik ve siyasi koşullarını da belirliyor.
Yalnızca ABD de değil, ülkemizin en büyük ticaret partneri olan Avrupa Birliği (AB) ile ticaret hacmimiz yüz milyarlar seviyesinde. Gümrük Birliği’yle birlikte piyasamız birçok kalemde AB ortak pazarının kurallarına bağlanmış oldu.
Buna karşın, Türkiye tarihinde, ‘karşı kamptan’ ülkelerle yakınlaştığı, ABD ile karşı karşıya geldiği çok olay var.
1964 Johnson mektubu krizi, Kıbrıs Harekatı dönemi ABD silah ambargosu, 2003’teki ünlü Irak tezkeresi reddi, 15 Temmuz darbe girişiminde ABD’nin rolü, Rahip Andrew Brunson krizi, Türkiye’nin Rusya’dan S-400 satın alması ve F-35 programından çıkarılması, CAATSA yaptırımları ve ABD – YPG ilişkileri üzerinden devam eden gerilim…
Peki, bütün bu tabloya baktığımızda şu soruyu soralım: Türkiye, ABD önderliğindeki Batı kampının önemli veya önemsenen bir üyesi olduğu halde neden zaman zaman ABD ile karşı karşıya geliyor?
Türkiye ‘anti-emperyalistleşiyor’ mu?
Ülkemizin bağlı bulunduğu kampla yaşadığı çelişkiler, tam olarak emperyalist sistemin ‘fıtratından’ kaynaklanıyor. ’Düşmanlarını’ ekonomik ve askeri yolla kuşatan emperyalizm, bunu yapabilmek için müttefiklerini de askeri, ekonomik ve siyasi açıdan bağımlılık ilişkisi içerisinde tutmak zorunda.
Türkiye de, nüfusu, ordu gücü ve konumu itibariyla bu bağımlılık ilişkisinde özel bir yerde duruyor ve ekonomik gücü nedeniyle emperyalizmin siyasi dizaynına da oldukça açık. Emperyalizmin müttefiki olmanın getirdiği bağımlılık ilişkisi, popüler kültürden siyasete, toplumun bütün alanlarında dizayn gerektiriyor.
Böyle bir siyasi iklimde, AKP-MHP iktidar cephesinin ‘emperyalizm karşıtı’ açıklamalarının iki kritik işlevi bulunuyor:
Birincisi, bağımlı oldukları emperyalist kampa yönelen, ‘sitemvari’ bir pazarlık kozu,
İkincisi, emperyalizst kapitalist sisteme entegrasyonun getirdiği (özelleştirme, rant, peşkeş, ulusalarası şirketler, dolar hegemonyası vb.), başta ekonomik zorluklar nedeniyle oluşan toplumsal rahatsızlığa karşı verilen “Büyüklere kafa tutuyoruz” mesajı…
Peki düzen muhalefeti?
Düzen muhalefeti cephesinde ise, Türkiye’de kamp değişimi masalları ne zaman gündeme gelse öne sürülen argümanlar hep aynı: ‘Gerici AKP, modern Batı’ formülüyle, AKP ve Erdoğan’ı ülkeyi ‘gelişmiş Batı’dan’ koparmakla suçlamak, Erdoğan’ın ‘Putin ve Xi Jinping -hatta Kim Jong-un diyen bile var- gibi otoriterleşmesi, AKP’nin Türkiye’yi hak ettiği gelişmiş Batı dünyasından uzaklaştırması, kabaca ifadeyle ‘ülkemizi medeni Batılılara rezil etmesi’…
Bu argümanların da temelinde de, aynı iktidar cephesinde olduğu gibi ikili bir işlev bulunuyor:
Emperyalizme “Sizin görevlerinizi asıl biz uygularız” mesajı,
‘Batı demokrasidir, doğu otokrasidir’ mesajı zemininde, özellikle ‘yaşam tarzı’ tartışmaları üzerinden genç kesim başta olmak üzere halkın AKP hükümetinden duyduğu rahatsızlığı Batı yanlısı siyasetlere kanalize etme çabası…
(Bu yazının konusu olmasa da son yıllarda öne çıkan NATO/İsrail yanlısı, ‘seküler milliyetçilik’ denen ideoloji de bu çarpık sistemin en spesifik örneklerinden sayılabilir.)
Yapısı gereği sağlam bir ideolojik omurgaya sahip olmayan, neredeyse her kesimin kendine göre yorumlayabildiği Kemalist/Atatürkçü/Ulusalcı ideolojisi de, AKP’nin Cumhuriyeti; CHP’nin Kemalizmi tasfiyesiyle birlikte ciddi bir kırılma yaşadı ve Batı yanlısı iktidar ve muhalefet parçalarına dağıldı.
Peki gerçekte ne oluyor?
Bahçeli’nin açtığı tartışma üzerinden, AKP ve MHP’nin resmi belgelerinden ilgili bölümleri okuyalım:
AKP:
• Türkiye’nin NATO bünyesinde bugüne kadar ortaya koyduğu katkıya paralel
olarak, yeni Avrupa savunma stratejisi çerçevesinde oluşturulan Avrupa
Güvenlik ve Savunma Kavramı (AGSK) içinde hak ettiği yeri alması yolundaki
çabaları sürdürecektir.
• Türkiye ile dost ve müttefik ülkeler arasında uzun zamandan beri devam eden
siyasi ve ekonomik işbirliği sürdürülecek ve bu işbirliği özellikle ekonomi,
bilim, teknoloji, yatırım ve ticaret alanlarında yoğunlaştırılacaktır.
• Amerika Birleşik Devletleri ile uzun yıllardan beri savunma ağırlıklı olan
işbirliğini devam ettirecek ve bu işbirliğini ekonomi, yatırım, bilim ve teknoloji
alanlarında yaygınlaştıracaktır.
MHP:
• ABD ile ilişkilerimizin ekonomik, siyasî ve güvenlik boyutlarıyla her iki tarafın çıkarlarına hizmet edecek şekilde, eşitlik ve karşılıklılık temelinde yürütülmesi esas olacaktır. Aynı zamanda NATO kapsamında bir müttefikimiz olan ABD ile ilişkilerimiz; ikili bir ilişki olmanın ötesinde Avro-Atlantik bölgesi ve hatta dünya barış ve istikrarı açısından kritik önem taşıdığı gerçeğine uygun ve Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda politikalar izlenerek yürütülecektir.
CHP:
• NATO’ya rasyonel bir çerçeve içinde ve ulusal çıkarlarımızı gözeterek katkı sunmaya devam edeceğiz.
• Birbirine eşit taraflar anlayışıyla, karşılıklı güvene dayanan ittifak ilişkisini ilerletecek şekilde Amerika Birleşik Devletleri ile kurumsal düzeyde ilişkiler tesis edeceğiz.
• Türkiye’nin F-35 projesine geri dönmesi için girişimlerde bulunacağız.
Resmi belgelerde yazılanlar her zaman temel belirleyen değildir elbet, ancak yukarıda tarifini yaptığımız bağımlılık ilişkileri düşünüldüğünde, bırakalım kamp değişimini, bu partilerin tüzük ve programlarından bu ifadeleri çıkarmaya bile güçlerinin olmadığını söylemek mümkün.
Dolayısıyla, hangi iktidar olursa olsun, hükümetlerimizin ABD ile karşı karşıya geldiği anlar, aslında emperyalizmin ülkemize yönelik ‘balans ayarı’ işlevi görüyor.
Tam olarak bu nedenle, bütün ABD karşıtı söylemler ve hatta dönem dönem artırdıkları ‘emperyalizm’ vurguları söylemler düzeyinde kalıyor.
Eksik olan neden eksik?
Yazının başında belirttiğimiz gibi, bu siyasi düzende gerçek Türkiye tahlilinin eksik bırakılması, herhangi bir ‘yanlışlıktan’ kaynaklanmıyor. Sosyalistlerin ‘düzen siyaseti ve düzen partileri’ ifadeleriyle tanımladığı sistem, iktidar pozisyonunda olmalarından değil, düzene entegrasyon konusunda ortaklaştıkları noktalardan kaynaklanıyor.