Kamu kurumlarının ve idari aygıtın işlevsizleştiği, basit idari kararların bile hızlıca alınamadığı sözümona merkezi bir AKP rejimindeyiz.
Kağıt üzerinde, AKP’nin resmi hüviyeti kabul görüyor. Bir başkanı, il başkanları ve kurulları var; belli zamanlarda parti kongrelerini icra ediyor. İl ve ilçe örgütleri de muhtemeldir ki, kiralarını ödüyorlar. Hatta AKP’nin bir tüzüğü dahi var; görenler mevcut. Hazine de AKP’nin bu resmi statüsüne inanıyor olmalı ki, AKP’ye hazine yardımında bulunuyor. Peki, AKP’nin resmi kurumlar nezdindeki evraklarından bağımsız olarak şu sorunun bir yanıtı var mı: AKP bir siyasi parti mi?
Egemenler nezdinde bu sorunun bir anlamı var: AKP alelade bir parti gibi iktidara gelip gitmek için değil, iktidarda tutulmak için kuruldu. DYP, Refah ya da ANAP türünden diğer sağ partiler gibi, iktidarı kaybettiğinde muhalefette kalarak siyasi parti niteliğini sürdürecek bir yapı olarak kurulmadı. AKP Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecini ve çağdaş kurumlarını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir “proje” bağlamında vücuda getirildi. İşlevini ancak iktidara geldiği ve iktidardan gitmediği, orada kalmayı sürdürdüğü takdirde gösterebilirdi. Öyle de oldu.
AKP’nin ortakları
Tepede kurulmuştu. Daha yolun başında, yurt içi ve yurt dışından önemli isimlerin desteğini almıştı. Örneğin 1999 yılında Erdoğan dikkate alınıyor ve TÜSİAD patronlarıyla toplantılara katılıyordu. 26 Ekim günü “elit sermayedar” Bülent Eczacıbaşı’nın evinde verilen yemekte TÜSİAD’ın önemli isimleri Erdoğan ile bir araya gelmişlerdi. Erdoğan’ın Bülent Eczacıbaşı’ndan görüşme talebi sonrasında, talep TÜSİAD Onursal Başkanı Feyyaz Berker’e iletilmiş ve ardından Eczacıbaşı Erdoğan’a davet göndermişti. Yemeğin katılımcıları Erdoğan dışında Feyyaz Berker, Tuncay Özilhan, Korkmaz İlkorur, Erdoğan Gönül, Can Paker ve Cüneyt Zapsu idi. Erdoğan, kendi deyişiyle bu sıralarda “zengin sofralarına” kabul edilmiş ve AKP’nin kuruluş çalışmalarını görüşmüştü.
Ama TÜSİAD Erdoğan’dan sadece AKP’nin kuruluşu esnasında değil, cezaevinde olduğu dönemde de desteğini esirgememişti. Erdoğan’ın cezaevi ziyaretçileri arasında TÜSİAD’ın en büyük grubu Koç ailesinin mensupları da yer alıyordu. Bununla birlikte, Koç’un Erdoğan’a desteği bundan ibaret değildi. Erdoğan 2002 yılı Ocak ayında Washington’da Richard Perle ile toplantı yapıp Amerikan think-tank kuruluşları ile görüşürken, Mustafa Koç da aynı düşünce kuruluşları ile Erdoğan öncesinde görüşmeler düzenliyordu. Muhtemeldir ki, Erdoğan’ın Washington’daki PR çalışmalarını üstlenmişti. 2002 seçimleri sonrasında Sakıp Sabancı da, Erdoğan’a verilen desteğin meyvalarını verdiğini görerek, yaptıkları seçimi kameralar karşısında, “koalisyonlar dönemi nihayet bitti” nidalarıyla kutlamıştı.
Erdoğan çok erken bir tarihte Amerikan tarafının da dikkatini çekmişti. Erdoğan’ı iktidara hazırlamaya o tarihlerde başladıklarını söylemekte sakınca bulunmuyor. Henüz belediye başkanı iken, 15 Ekim 1996’da belediye başkanlığındaki makamında Amerika’nın önemli isimlerinden Morton Abromowitz’i ağırlıyordu. Çabuk kaynaşmışlardı. 90’ların başında Ankara Büyükelçiliği de yapan Abromowitz, AKP’nin kuruluşunu kaleme alan Nasuhi Güngör’e göre, İsrail çıkarlarına ve istihbarat servislerine güçlü bağlılığı nedeniyle Mısır, Pakistan ve Malezya tarafından büyükelçiliği reddedilmiş bir isimdi. İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında Erdoğan’ı gözüne kestiriyordu.
2002 seçimleri öncesinde Erdoğan’ın temas kurduğu bir diğer önemli isim, Jewish Institute for National Security of America elinden ödül almış, 28 Şubat’ın önemli generali Çevik Bir’di. Bu, 28 Şubat döneminin etkilerinin hala hissedildiği sırada yapılmış önemli bir görüşmedir. Çevik Bir cezaevinden çıkan Erdoğan ile samimi bir havada konuşuyor ve ona tavsiyelerde bulunuyordu. Görüşme iki ismin de ABD’de Jewish Committe’nin konuğu olduğu sırada gerçekleşmişti. Erdoğan, Çevik Bir’e askerlerin kuruluş aşamasında bulunan AKP’ye karşı tavrını sormuş ve Bir’den “sizin geçmişinize değil, bugün ne yapacağınıza bakarlar” yanıtını almıştı. Nitekim kısa süre sonra, 2002 seçimleri sırasında AKP ve Erdoğan, seçimleri Amerika’da karşılayan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten ordu içinden aradıkları desteği buluyorlardı.
200 yıllık savaş
İktidara getirilmek üzere hazırlanmış bir ekipti ve iktidara getirilmişlerdi. İktidarda kaldıkları süre boyunca da devlet örgütü içerisinde, başka herhangi bir partinin olağan idaresi altında yapılamayacak bir dönüşümü gerçekleştirdiler. Batı yanlısı bir araştırmacının, Lilia Şevtsova’nın Boris Yeltsin için kullandığı ifade ile “o doğası itibariyle bir yok ediciydi”. Yeltsin SSCB sosyalizminin tüm kazanımlarını yok ederken, Erdoğan Türkiye’nin 200 yıllık modernizm döneminin tüm kurum ve kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Kamu kurumları Ergenekon ve benzeri diğer operasyonlarla adeta AKP’nin kendi organları haline getirildiler. Kuvvetler ayrılığı tasfiye edilirken, organizasyon şeması gereği hükümet erkinden ayrı örgütlenmesi gereken devlet bürokrasisi yaklaşık on beş yılı bulan çekişmeli bir sürecin ardından bizzat o AKP’nin kendisine dönüştüler.
Cumhuriyet mitinglerinin yapıldığı dönem başlangıç noktası olarak alınırsa, 2007-2008 yılları bu dönüşüm sürecinin miladı olarak kabul edilebilir. Tarihin hızlandığı bir zamandır. Bu iki yıllık sürecin içinde mitinglerin yanı sıra Ergenekon operasyonları ve Anayasa Mahkemesi’nde görülen AKP’yi kapatma davası da yer alıyordu. Anayasanın muhafızı Anayasa Mahkemesi AKP’yi laiklik karşıtı fiillerin odağı ilan ettiği halde, AKP’ye gereken müeyyideyi uygulamaktan imtina etmişti. Böylelikle Anayasa, kendisini korumakla yükümlü olan organ tarafından, Anayasal düzen karşıtlığı tespit edilen hükümet partisi AKP’nin taarruzuna açık bırakılıyordu. Sonucunun kuvvetler ayrılığının ve dolayısıyla Anayasallığın ortadan kaldırılması olması şaşırtıcı değildir.
‘AKP Devleti’nin çöküşü
2007-2008 miladı ile birlikte AKP’nin “devletleştiği” süreç artık başlamıştı; buna uygun olarak tüm bir devlet erki de aşama aşama AKP’ye açılıyordu. Bu sürecin doruk noktası 15 Temmuz’dan sonra ilan edilen büyük olağanüstü hal dönemi oldu. Bu dönemde AKP denetimsiz bir biçimde kendisine kamuda yeni kadro pozisyonları yaratabildi. Ordudan yargıya dek tüm bir devlet organizasyonu bu sırada baştan aşağı elden geçirilmiş ve ayıklanmıştı. Sıradan bir memurun dahi AKP’ye sadakat çerçevesinde işe alındığı ve atandığı bir dönemdir. Böylelikle bu süreç, bir tek parti idaresine dönüşen AKP’nin “devletle özdeşleşmesi” ile sona erecekti.
Artık AKP kamunun tüm birimlerine girmiş bulunuyor. Ancak bu tek parti iktidarı bir çözülme eğlimi içinde. Deprem bunu büyük bir netlikle gösterdi. Kamu kurumlarının ve idari aygıtın işlevsizleştiği, basit idari kararların bile hızlıca alınamadığı sözümona merkezi bir AKP rejimindeyiz. Bunun yeni bir durum olduğu kabul edilmelidir. Devlet AKP’lileşirken deprem ve ağır ekonomik kriz nedeniyle zemin bu tek parti rejiminin altından birden çekildi. Şimdi kamu düzeni yukarıdan aşağıya sallanıyor. Soldan sağa tüm muhalefet partilerinin bu zaafiyet anında çizgi dışı bir yönelimi engellemek üzere ittifaklara doğru bir mıknatısla çekilircesine çekilmelerinin nedeni, AKP’yle özdeşleşmiş bu yeni tip “kamu düzenin” kontrolsüz biçimde yıkılması ihtimalinin yarattığı tehlike. AKP’nin yarattığı korkunç tahribat nedeniyle “düzenin” tekrar sağlanması ve korunabilmesine yönelik büyük bir arzu söz konusu. Kamu idaresi ve düzeninin ellerine aldıklarında çökmesi ihtimali tüm partileri endişeye sevk ediyor. Soldan sağa tüm partilerin ancak katıldıkları “koalisyonlar” ile kendilerini güvende hissettikleri bir ara dönemdeyiz. Öyleyse, kurulan çeşitli ittifaklara destek veren hiçbir partinin tek başına iktidar sorumluluğu üstlenmek istemediği ve aynı zamanda kapıdaki büyük ekonomik krizle ya da “AKP bürokrasisi” ile tek başına baş etmek de istemediği; düzeni yıkabilecek bir siyasi çıkışı ise önleme konusunda uzlaştıkları bir durumdayız. Enkazı kaldırmaya cesaret edenin ayağa kalkacağı bir döneme giriyoruz.
Okan İrtem