Yeni bakanlar kurulu, muhalif medyada tuhaf bir iyimserlik yarattı. Seçimden önce “2023 AKP’sini 2002 AKP’si ile yenemezsiniz” diyenleri bozgunculukla suçlayıp susturanlar, 2002 AKP’sini andıran gelişmeler karşısında heyecanlanıyor. AKP’yi AKP’nin eski sürümüyle yenme stratejisinin çıkışsızlığı bir kez daha ortaya çıkıyor.
Ortaya çıkan meclis ve bakanlar kurulu bileşeni, kimi çıkarımlar yapmak için ipuçları veriyor. Elbette bu aşamada kesin ve bütünlüklü tespitler yapmanın mümkün olmadığını bilerek…
Yeni kabinede eski bakanlardan yalnızca ikisi yer alıyor: Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ve Sağlık Bakanı Fahrettin Koca. Bu isimlerin ortak özelliği, yeni dönemde milletvekili olmamaları. Erdoğan, öncelikle AKP ve Cumhur İttifakı’nın vekil sayısının düştüğü (sırasıyla 260 ve 320) koşullarda meclisteki üstünlüğü zayıflatmak ve riske atmak istememiş.
Değiştirilen bakanlıklar ise birbirlerinden ayrı olarak değerlendirilmeli. Örneğin selef ile halefin ortak geçmişi göz önüne alındığında Milli Savunma Bakanlığı’nın Hulusi Akar’dan Yaşar Güler’e geçmesinin meclis aritmetiği dışında bir kaygıya dayanmadığını söylemek mümkün. İçişleri ve Dışişleri gibi önemli bakanlıklarda ise AKP’nin 2015 sonrası makas değişimleri ile özdeşleşmiş iki bakan değiştirildi. Yerlerine uzun yıllardır kritik operasyonel süreçlerde bürokrat olarak bulunmuş, makas değişimleri sırasında yerlerini korumuş teknokratlar tercih edildi. Bu değişikliklerin kayda değer bir politik anlamı olup olmayacağını zamanla göreceğiz.
Bir diğer ilginç veri ise istihbaratın yönetimiyle ilgili… Hakan Fidan’dan boşalan MİT Başkanlığı için Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın adı geçiyor. Resmi açıklama yapılmış olmasa da sosyal medyadaki profil resmi ve açıklama değişikliği üzerinden başlayan söylentilerin yandaş medyada yer bulması, bunların kimilerinde “Yeni MİT Başkanı İbrahim Kalın Kimdir?” başlıklı değerlendirmeler yer alması ciddiye alınmalı. İstihbaratın yönetimiyle ilgili kulislerin sosyal medya hesabındaki değişikliklerden takip edilmesi ve yeni MİT Başkanı olarak anılan kişinin daha önce Stratfor’la anılmış olmasının ciddiyetini ise okur takdir etsin.
AKP ekonomide “irrasyonel” miydi?
Ekonomi yönetimine gelince… Uzun süredir AKP iktidarını tamamen irrasyonel ve Avrasyacı olarak kodlayan liberaller bu alandaki gelişmelerle mest oldular. Oysa AKP’nin farklı dönemlerde uyguladığı ekonomi modelleri arasındaki geçişkenliği görmek zor olmamalı. Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndaki devir-teslim döneminde Mehmet Şimşek’in “Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında seçeneği kalmamıştır” vurgusu ve Nureddin Nebati’nin oh çekmesi kadar dikkat çekmeyen başka noktalar da vardı. İngiliz mali sermayesinin temsilcisi olduğu bilinen Şimşek’in aynı konuşmada Nebati’yi “Bu dönemde yatırım, istihdam, üretim ve ihracatta önemli kazanımlar elde edilmiştir” diyerek tebrik etmesini sadece nezaketle açıklayamayız.
Berat Albayrak ve Nureddin Nebati dönemlerinde izlenen “düşük faiz-yüksek kur” politikası ücretlerin reel olarak düşürülmesi üzerinden sömürünün derinleştirilmesi, mali sermayenin palazlandırılması, ucuz kredi olanaklarıyla yatırım, istihdam, üretim ve ihracatın artırılmasına dayalıydı. Para piyasalarının dengesini bozduğu için uluslararası sermaye çevreleri ve TÜSİAD tarafından eleştirilse de mali sermaye ile turizm ve ihracata dayalı sektörleri kayıran, dibe vurmuş bir ekonominin teknik olarak krize girmesini erteleyen, alım gücü çok düşse de işsiz kalmayan emekçilere sermaye düzeni adına umut satılmasına hizmet eden bir politikaydı. Altılı masa, Twitter ve “muhalif” medya ekonomistlerinin dilinden düşmeyen yapısal reformların uzağına düşse de sermaye açısından çevrimsel krizi erteleyen, hem piyasayı hem de emekçileri “yapısal reformlar” için hazır hale getiren bir yol haritası olarak anlam kazandı.
Gelinen noktada ana akım sermaye ideologlarını ve Twitter liberallerini haddinden fazla dinleyen düzen muhalefeti, Erdoğan ve ekibinin politika geliştirme becerisini hafife alarak “düşük faiz” politikasını ideolojik bağnazlıktan ibaret saydı. AKP ve Erdoğan’a bu koşullarda kazanması mümkün olmayan bir seçim böylece hediye edilmiş oldu.
Şimşek’in bakanlığa dönüş serüveni, durumun muhalefet açısından vahametini büyütüyor. “Ortodoks politikalara dönüş” konusunda güvence isteyerek döndüğü söylenen Şimşek’in seçime beş kala aynı davete olumsuz yanıt verdiği biliniyor. Şimşek, seçim öncesinde muhtemelen kazanma ihtimalini düşük görerek geri çevirdiği Erdoğan’a seçimden sonra olumlu yanıt verdi. Muhalefet, kendi kadrolarının ve muhtemelen kendisinin bile kazanacağına inanmadığı bir seçimde Erdoğan’a yenilmeyi başardı.
Siyasetsizliğin bedeli
Erdoğan’a asla kazanamayacağı bir seçimi hediye eden muhalefet, bu aşamada tıkanmış durumda. Aradaki tüm siyasi, ideolojik ve sınıfsal farklılıkları silikleştiren bir koordinatör aday etrafında birleşilerek kazanılacağına, dört başı mamur bir karşı devrim projesinin karşısında başı sonu belli olmayan, ideolojisiz ve programsız bir “liyakat,” hukuk” ve “demokrasi” söylemiyle başarılı olunacağına iman eden düzen muhalefeti şimdi ne yapacağını bilemiyor. Bir arada durmaya devam mı edecek yoksa dağılacak mı, ona bile karar veremiyor.
Bugün Erdoğan, seçim öncesinde olduğundan daha güçlü ve daha geniş bir manevra alanına sahip. Erdoğan’a bu alanı tanıyan ise başkanlık sistemi değil, bizzat CHP.
Erdoğan, seçim öncesinde dönem dönem CHP’yi “terör” umacısıyla ilişkilendirerek zayıflatmayı, İYİP’i ittifaktan koparmayı denedi. Artık oynayabileceği bir çatlak daha var: meclisteki muhalif İslamcı partiler…
CHP, oy getirip getirmedikleri şüpheli olan dört sağ partiye toplam 38 milletvekilliği hediye etti. DP’lilerin ittifaka bağlı kalacağını varsaysak dahi geriye kalan 35 vekil, AKP’yle ortak bir kökene ve benzer ideolojik yaklaşımlara sahip. Üstelik önemli bir bölümü eski AKP’li ve hiçbirinin genel başkanı mecliste değil. Erdoğan, bugün en az 35 vekillik bir havuza hamle yaparak buradan birer ikişer vekil koparma olanağına sahip. Keza bu partileri bir biçimde Cumhur İttifakı’na katarak meclis hakimiyetini daha fazla güçlendirme ve gerek duyarsa meclis çoğunluğunu bu partilerle sağlayıp MHP’ye kapıyı gösterme olanağına da…
Referandum benzetmeleri, “İlk turda bitirelim” basıncı, ortak liste ve siyasetsizlik dayatmaları… AKP’den kurtulmak isteyen milyonları bunlarla esir alan her kişi ve odak, bu sonuçta pay sahibi. Erdoğan, muhalefeti kötürümleştiren siyasetsizlikten aldığı güçle beş yıl daha kazandı.
Gericilik karşısında daha fazla kaybetmemenin yolu da bu ablukanın kırılmasından geçiyor: Muhalefeti esir alan kerameti kendinden menkul kanaat önderlerini dinlemeyi bırakıp düşünsel ve siyasal üretimi düzen siyasetinden bağımsızlaştırmaktan…
Seçmene indirgenmek istenen milyonları mücadelenin öznesi haline getirmekten…
“AKP’ye yarar” diye diye geriye itilen siyaseti mücadelenin merkezine yerleştirmekten…
Meclis ne işe yarar?
12 Haziran 2011 seçimlerinde meclise dört parti girmiş, AKP dışındaki partilerin her birinden en az birer milletvekili, Anayasa’da tanımlanmış olan dokunulmazlıkları hiçe sayılarak hapiste tutulmuştu. CHP’den Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal, MHP’den Engin Alan Ergenekon tutuklusuydu. BDP’den ise Hatip Dicle’nin vekilliği düşürülmüş, başka milletvekillerinin de tutukluluğu devam ettirilmişti.
O dönemde CHP ve BDP grupları hukuksuzluk sonlanana kadar meclisi boykot etme, yemin törenine katılmama kararı aldı. Seçme ve seçilme hakkının gasbını hedef alan bu eylem kısa sürdü: Yemin törenine katılmayan milletvekillerinin maaşlarının yatırılmaması nedeniyle çözülmeye uğrayan CHP grubu, 11 Temmuz’da topluca yemin ederek meclise döndü. BDP’liler ise devamsızlık nedeniyle vekilliklerinin düşmemesi adına 1 Ekim 2011’de meclise gelerek yemin etti. Yine de iki muhalefet partisinin gösterdiği direnç, AKP’yi bir süreliğine köşeye sıkıştırabilmişti.
Bugün aynı kural tanımazlık, TİP Hatay millevekili Can Atalay’ın tutukluluğunun devamıyla kendini gösteriyor. Can Atalay’ın kanunsuz olarak hapiste tutulması, seçme ve seçilme hakkının gasbı anlamına geliyor. Hukuksuzluk karşısında anlamlı bir direnç gösterilmemesini ise meclisin ayıbı ya da başkanlık sisteminde itildiği etkisizliği kabullenmesi olarak görmek gerekiyor.