Parlamenter rejimin sonunda mıyız? Bu soruyu sadece AKP ve Erdoğan rejiminin diktatoryal özellikleri nedeniyle sorma gereği duymadık. Muhalefet cephesinden gelen, olası yeni düzenin hukuki niteliklerine ilişkin öneriler nedeniyle de söz konusu soruyu formüle etme gereği duyuyoruz. AKP’ye karşı “6’lı masanın” güçlendirilmiş parlamenter sistem önerisi ve bu amaçla bir düzine Cumhurbaşkanı yardımcısı belirlenmesi sonrasında artık olası yeni sistemin temel nitelikleri belli oldu: 6’lı muhalefet, Cumhurbaşkanını denetleme yolunun asıl olarak cumhurbaşkanı yardımcılığından geçtiğini, Meclis yoluyla denetimin ise giderek önemsizleştiğini kabul etmiş görünüyor.
Yeni Bir Erkler Ayrılığı
6’lı masa içinde tartışmalara yol açan Akşener vakası sonrasında, aşırı yetkili Cumhurbaşkanının siyasi denetiminin, cumhurbaşkanı yardımcıları olarak atanan ittifak partilerinin siyasi başkanları aracılığıyla yapılması kararı, olası yeni sistemin niteliklerine ilişkin yeterli bir fikir veriyor. Hali hazırda da bu denetim başlamış bulunuyor: Kılıçdaroğlu’nun yanından ayrılmayan Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş bu açıdan denetim organları olarak da işlev görüyorlar. 6’lı masa cumhurbaşkanı yardımcılıklarının geçici olduğu dile getirse de, 6’lı masanın bu ilk adımını, sonradan atacağı adımların bir göstergesi saymakta sakınca yok.
Cumhurbaşkanının kararlarında cumhurbaşkanı yardımcılarının onayı ve parti başkanları uzlaşısının aranacağına dair açıklamalar da, ufukta bekleyenin güçlü bir parlamentodan çok, güçlü cumhurbaşkanı yardımcıları dönemi olduğuna işaret ediyor.
Tabii bunu, yeni bir tür erkler ayrılığı olarak da düşünmek de mümkün. Cumhurbaşkanı karşısında yardımcılarının ayrı bir organmışcasına öne çıkmaları muhtemel. Bir yandan giderek iki partili Amerikan sistemine dönüştürülmek istenen siyasal düzen açısından aslında bu bir tür gereklilik. Verili düzende AKP karşısındaki ikinci partinin ancak koalisyon yoluyla oluşturulabilmesi, Cumhurbaşkanı yardımcılarını doğalında Cumhurbaşkanı karşısında yeni bir erk haline dönüştürüyor. Bu aynı zamanda, AKP sonrasında memur ve bürokrat tasfiyelerine kapının açılmaması için de bir zorunluluk. Yeni MHP (İYİP), Saadet ve Deva benzeri Türk-islamcı partilerin devlet bürokrasisindeki Türk-islamcı kadrolar açısından koruyucu ve kollayıcı olacakları şimdiden tahmin edilebilir.
Siyasi Parti Düzeninin Sonu
Tüm bu mekanizma partilerin birbirlerine giderek daha çok benzeyecekleri bir sürecin kapısını da ister istemez açıyor. Devlet düzeyindeki kararların parti başkanları arasındaki uzlaşma müzakereleri ile alınacakları bir sürecin parlamentoyu devreden çıkarması ve partiler arasındaki siyasi program ayrılıklarını kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla silikleştirmesi beklenmedik bir gelişme değil. Aslına bakılırsa bu süreç çoktan başlamış bulunuyor. Lideri geçmişte mafyatik ilişkilere bulaşmış İYİP, mafyöz milliyetçilerden merkez sağa ve islamcılara dek bir siyasi bloğu bünyesine alırken; CHP’nin de Turgut Özal’ın ANAP’ı gibi dört eğilimi bünyesinde toplaması boşuna değil. Özal, 12 Eylül’den “çıkış” dönemi esnasında partileri yasaklı bulunan sağı (Adalet Partisi), sosyal demokratları (CHP), milliyetçileri (MHP) ve islamcıları (MSP) bünyesinde topladığı iddiasındaydı. AKP döneminden “çıkış” esnasında da 6’lı masa ve CHP bu açıdan benzer bir iddiaya sahip. İki partili Cumhurbaşkanlığı sistemi soldan sağa dek tüm siyasi partileri bu sürece zorluyor; partilerin programatik sivri köşelerinin törpülenmesi ve ekonomik-siyasi çerçevede giderek birbirlerine benzemeleri bu nedenle. Siyasi partiler ve siyasi programlar sisteminin yerini liderler ve onların pazarlıkları sisteminin almasının doğal sonucu bu tek partileşme ve liderlerin ortak yönetim hali.
Öyleyse geniş oylumlu bir tek parti döneminin eşiğinde olduğumuzu ileri sürebiliriz. Basit bir nedenle bu böyle: Eğer siyasi parti ve siyasi programlar arasındaki farklar siliniyorsa, parlamentoda farklı siyasi eğilimlerin temsil edildiklerini ve onların temsilcilerinin tartıştıklarını söylemek güçleşmektedir. Tabii parlamentonun kamusal siyasetin gerçekleştiği yer olmaktan çıkması elbette tek başına Türkiye’ye özgü değil; tekelciliğin hızlandırdığı bir gelişme. Hiç kuşku yok ki, Türkiye de bu sürecin dışında değil. Geçmişteki donanımlı parlamenter ve güçlü parlamento türünün artık tarihe karışması bu yüzden. Ünlülerin, güreşçilerin ya da futbolcuların parlamentoları işgali, tüm dünyada parlamentoların iradesizleşmesi, siyasi kararların artık burada alınmıyor olmasının doğal bir neticesi. Nitelikli parlamentere ihtiyaç kalmamış ya da nitelikli parlamenterler tedavülden kaldırılmış görünüyor. Nihayetinde ABD başkanının boşlukla el sıkıştığı bir dünyadayız. Bu açıdan “güçlendirilmiş parlamenter sistem” türünden makyaj sözlerin, parlamentolardaki gerilemeyi ve güçsüzleşmeyi gözlerden saklanması pek olası değil.
Gizli Görüşme Diplomasisi
Parlamentolar tarihleri boyunca açık siyasi tartışmanın cereyan ettiği yerler oldular. Siyaset ve siyasi tartışma, toplumdaki farklı eğilimlerin Meclis’te temsili ve temsilcilerin siyasi programlarını Meclis’te kamuya açık biçimde dile getirmeleri yoluyla işliyordu. Bir uzlaşı olacaksa da bu, kamusal siyasi tartışması sonrasında gerçekleşiyordu. Yeni düzende ise artık buna gerek duyulmamaktadır. Meral Akşener vakasında gözlemlendiği üzere, 6’lı masadaki tartışmaların ve pazarlıkların masadaki 6 kişinin dışına çıkmamasının, gazetecilerin duyumlarına hapsolmasının nedeni bu durumdur. Müzakere artık parlamentolarda değil, kapalı kapılar ardında gerçekleşmekte ve siyasi karar parlamento kürsüsünde değil, 2’li, 3’lü ya da 6’lı masalarda alınmaktadır. 2002’de Meclis dışı kalan Erdoğan’ın milletvekilliğine yükseltilmesi kararının Baykal ile Erdoğan’ın boğazdaki bir balıkçıda başbaşa yedikleri bir yemekte alınması boşuna değildir.
Türkiye düzeninin liderleri ve partileriyle parlamenter usulleri rafa kaldırdığı bir uğrakta, dikkat çekici bir biçimde, sol partilerse parlamento akıntısına kapılmış görünüyorlar. Önümüzdeki seçimlerde Meclis aritmetiği ve milletvekilliği hesapları yapılıyor; büyük bir ihtimalle arzu edilen vekilliklerin bir kısmı elde de edilecek. Tek bir sorun var, solun parlamentoya bu akını parlamenter düzenin öldüğü bir tarihte gerçekleşiyor. Öyleyse, Marx’ın 18. Brumaire’deki sözüne atıfla, şunu sormak durumundayız: Sonunda gelini eve götürecekler ama kötü yola düştükten sonra mı? Siyasi koşullardaki ve parlamenter yapıdaki değişimi dikkate almanın zamanı artık gelmiş bulunuyor.
Okan İrtem