Bugün, Karl Marx’ın insanlık tarihine yön veren başyapıtı Das Kapital’in ilk cildinin yayımlanışının 158. yıl dönümü. 1867 yılında ilk cildi yayımlanan bu eser, yalnızca iktisat teorisini değil, siyaset felsefesini ve toplumsal eleştiriyi de derinlemesine etkileyen bir dönüm noktası oldu. Kapitalist üretim biçiminin işleyişini, artı-değerin doğasını ve emek sömürüsünü bilimsel bir çerçevede ortaya koyan Das Kapital, aradan geçen 158 yıla rağmen güncelliğini koruyor. Bu vesileyle, eserin anlamını ve günümüzdeki etkisini konuşmak üzere akademisyen, iktisatçı Sait Çakır’la kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yiğit Işın
1867’de feodalizmden sanayi kapitalizmine geçişi analiz eden Kapital, bugün yapay zekâ, dijital platformlar ve otomasyonun damgasını vurduğu dijital kapitalizm çağında hala nasıl bir anlam taşıyor?
Öncelikle Kapital üzerine birkaç söz söylemek isterim. Kapital bana göre sosyal bilimler alanında yazılmış son büyük bilim kitabıdır. Son diyorum, zira Kapital’den sonra burjuva sosyal bilimleri bir bunalıma girdiler ve kapitalizmin genel hareket yasalarını incelemekten vazgeçip mikro-ölçekli, incir çekirdeğini doldurmaz türden konuları oldukça teknik yöntemlerle inceleyen dejenere disiplinlere dönüştüler.
Lenin Marx için, Hegel’vari bir Mantık kitabı bırakmadı onun yerine Kapital’i bıraktı, der. Kapital’de Marx’ın uyguladığı yöntem üzerine çok değerli metinler yazıldı. Soyuttan somuta yükselme yöntemi modern bilimlerde halen geçerli olan bir araştırma stratejisidir. Bunlar üzerine çokça yazıldı, çizildi. Benim işaret etmek istediğim nokta şu: kapitalizmin iç mekanizmalarını anlamak onu yıkmanın anahtarıdır. Örneğin Proudhon da kapitalizmin yarattığı eşitsizliklere karşı öfkeliydi; ancak emek-sermaye çelişkisini anlamadığı için meta üretimine dokunmadan para-banka reformlarıyla bu adaletsizliklerin ortadan kaldırılabileceğine inanıyordu. Kapital emek-değer yasasına teorik bütünlük kazandırarak bu tür yanılgıları ortaya koydu. Kapitalizmin hareket yasalarını anlamadan onu dönüştüremezsiniz. Bunun tersi de doğrudur: Kapitalizmi dönüştürme iradeniz yoksa onu anlayamazsınız. Feodaliteden kapitalizme geçiş süreci tamamlandıktan ve burjuvazi siyasal iktidarını konsolide ettikten sonra burjuva iktisadı modern sınıflar arasındaki armoniyi vaaz eden, sistemin anarşik ve kriz yaratan dinamiklerini gizleyen, Marx’ın tabiriyle kapitalizm apolojisine evrildi. Piyasanın fiyatların görünmez eli aracılığıyla toplumsal üretim sürecini istikrara kavuşturduğu, arzın talebini otomatik olarak yarattığı mitinden yola çıkarsanız aşırı-üretim krizlerini anlayamazsınız. Her üretim faktörünün üretime yaptığı marjinal katkı oranında nemalandırıldığı mitinden yola çıkarsanız sınıf çelişkilerini çözümleyemezsiniz.
Marx Kapital’e metayı analiz ederek başlar; kapitalizm meta üretiminin genelleştiği bir tarihsel aşamadır. Burada genelleşmeden kasıt işgücünün kendisinin bir meta haline gelmiş olmasıdır. Her meta gibi işgücü de bir kullanım-değerine bir de değişim değerine sahiptir. Marx buradan artık-değer teorisini inşa eder. Kapitalizmde artık-değer sömürüsü başattır.
Son zamanlarda Batı Marksizminde ilkel birikimi, mülksüzleştirmeyi, finansallaşmayı öne çıkaran bir eğilim gelişti. İlkel birikimin emperyalizmle birlikte önem kazandığı belli ölçülerde doğru ancak Lenin’in dediği gibi her yanlış bir doğrunun abartılmasıdır. İlkel birikime aşırı vurgu çoğu zaman artık-değer sömürüsünün tali bir yere konumlandırmasıyla sonuçlandı ve nihayetinde ilkel birikimin rolünü abartanlar sanayi sermayesiyle işçi sınıfını ortak bir platformda buluşturup yeni bir New Deal programının savunuculuğunu üstlendiler. Kapital artık-değer sömürüsünün gizemlerini deşifre ederek kapitalizmi yıkmak isteyenlere geçerli bir teorik çerçeve sunmaya halen devam ediyor.
“Yapay zekanın makro etkilerini henüz teşhis edemiyoruz”
Sorunuza dönecek olursam; yapay zeka, dijital platformlar gündelik hayatımızı çok etkiliyor ancak bu etkiler kapitalist sistemin çalışma prensiplerine dair köklü dönüşümlere yol açtı mı diye sorarsanız buna yanıtım hayır olacak. Soğuk Savaş’ın önemli burjuva iktisatçılarından Robert Solow’un 1980’lerde ettiği bir laf var; bilgisayar çağını her yerde görüyoruz ancak verimlilik istatistiklerinde göremiyoruz. Küresel kapitalizmin en gelişkin ülkelerinde, ABD ve Batı Avrupa’da, verimlilik artışlarında 1980’lerden başlayan, 2008 krizi sonrası giderek derinleşen bir durgunluk gözlemliyoruz. Yapay zekanın gündelik kullanımı ne kadar yaygınlaşmış olsa da bunun makro etkilerini henüz teşhis edemiyoruz.
“Liberal-özgürlükçü, Demokrat partili teknoloji kahramanları”
Bu noktada bir abartmayı kenara ayırmamız gerekiyor; Yanis Varoufakis gibi bazı sol tandanslı iktisatçılar tekelleşmiş dijital platformların gücüne atfen yaşadığımız sisteme kapitalizm denemeyeceğini iddia ediyorlar. Buna göre kapitalizm yerini tekno-feodalizme bıraktı ve insanlık dijital serflere dönüştürülmüş durumda. Her ne kadar kulağa radikal tınılar sunsa da Varoufakis büyük şirketlerin hegemonyasına karşı tüketicilere dayanan siyasal eylemliliklerle sınırlı reformist bir çerçeve çiziyor.
Burada özellikle altını çizmemiz gereken bir diğer husus teknoloji tekellerinin dizginsiz kapitalizm yanlısı olduğudur; oysa ki daha yakın zamanlara kadar nice tekno-fütürist fanteziler kol geziyordu. Özellikle 2000’lerin başında bilişim teknolojilerinin yarattığı inovasyon imkanları sayesinde robotların bütün işlerimizi yaptığı bir milenyum çağı bizi bekliyordu. Bu teknolojileri üretime uygulayanlar da bizzat liberal-özgürlükçü ABD’li, Demokrat partili teknoloji kahramanlarıydı; Mark Zuckerberg, Elon Musk vs. Bugüne geldiğimizde Silikon Vadisi regülasyonlardan, anti-tekel düzenlemelerden, kişisel verilerin güvenliğine ilişkin kurallardan korunmak için silme Trump’çı oldu. Bir de tabii Çin’in yüksek teknolojili üretim kollarında yarattığı rekabet tehdidine karşı Donald Trump’ın şovenist-korumacı politikalarına ihtiyaç duyuyorlar. Liberal ekonominin bilim-teknoloji kahramanlarının cahil ve küstah bir yobazın arkasında saf tutmaları piyasacı ekonomistler için şok edici oldu elbette.
Dahası kapitalizmin otomasyon konusunda ciddi bir kısıtı var ve bu konuda bir kez daha Kapital’in ışığına ihtiyaç var: Kârın kökeninde artık-değer sömürüsü vardır ve bu da ancak canlı işgücü tarafından yaratılabilir. Eski teknolojiden yeni teknolojiye geçiş dönemlerinde daha fazla otomasyona dayalı üretim yapanlar aşırı kâr elde ederler ancak yeni teknolojiler yerleştiğinde kâr oranlarının azalma eğilimi baskın çıkar. Marx’ın üretim ilişkilerinin üretici güçlerin önünde engel haline gelmesi olarak kastettiği çelişki budur; bu da tarihsel materyalizme göre devrim çağının başlaması anlamına gelmektedir. Tümüyle robotlara dayalı bir üretim sistemine kapitalizm diyemeyiz zira kapitalizmin temel hareket ettirici gücü artık-değer üretimidir ve bunu da ancak canlı işgücü yaratabilir.
Kuryeler, freelance çalışanlar ve yapay zekânın emek süreçlerini dönüştürdüğü günümüzde Marx’ın emek teorisiyle bu yeni sömürü biçimleri nasıl açıklanabilir?
Makinelerin insan emeğinin yerini aldığına dair fikir kırıntıları son büyük burjuva iktisatçısı David Ricardo’da bulunsa da teknolojik işsizlik kavramı bir bütün olarak Marx tarafından geliştirilmiştir. Sermaye hem emek piyasasında güç dengelerini kendinden yana çevirmek hem de periyodik büyüme dönemlerinde işe alım yapmak üzere bir rezerv emek ordusu yaratır; buna ana-akım iktisat gayrı iradi işsizlik de diyor.
İşçi sınıfı örgütlerinin Reagan-Thatcher gericiliğiyle ezilmesinden beri, 1980’li yıllar kapitalizm için karşı-devrim yıllarıdır, emekten tasarruf eden teknolojilerin üretime sokulması işçi sınıfının daha derin bir sömürü rejimine tabi kılınmasıyla sonuçlandı. Her ne kadar bazı sosyologlar bu durumu adlandırmak için prekarya türünden kavramlar icat etmiş olsalar da; işçi sınıfının politik olarak gerilemesi, burada en büyük kayıp kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin çözülüşüdür, refah devletinin tasfiye edilmesiyle neticelendi ve nihayetinde kapitalizmin bir süreliğine bastırmak durumunda kaldığı vahşi özü bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.
Bu sürecin istihdam rejimlerindeki yansıması da bahsettiğiniz türden kısa süreli, kısmi zamanlı, güvencesiz, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması oldu.
“Kuryeler yarı-proleter kesimlerdir”
Kuryeler kendi üretim aracına sahip ancak kendilerine dijital platformlar biçiminde görünen sermayenin kontrolünde çalışan yarı-proleter kesimlerdir; kapitalist işveren nezdinde bağımsız çalışan statüsünde sayılırlar ve bu yüzden de sosyal güvenlikten, kıdem haklarından ve sendikal örgütlenme ağlarından mahrumdurlar.
Freelancer’lar ise Marx’ın Kapital’inde parça-başı ücret kategorisinde incelediği bir emek türüdür. Yazılımcılar, grafikerler, veri etiketleyicileri ve diğerleri bundan 10-15 sene önce yüksek katma-değer yaratan emekçiler olarak görülürken bugün düşük ücretlerle çalıştırılan ve güvencesiz istihdam biçimlerine tabi olan emekçiler haline getirilmişlerdir. Burada kuşkusuz yapay zekayla eğitimli emekçiler rekabete girmekte; bu süreç nitelikli işgücünün değerinde bir düşmeyle sonuçlanmaktadır. Bu bile teknolojinin nötr olmadığı, sermaye sınıfının elinde işçi sınıfına karşı bir silah olarak kullanıldığına dair Marx’ın tezlerinin belki yazıldığı zamandan ziyade bugün daha geçerli olduğunu gösterir.
Özgür Demirtaş gibi kimi akademisyenlerin, teknolojik gelişimler nedeniyle ’emeğin’ bitmekte olduğu ve bunun da Marksizmin ekonomiyi anlatmak konusundaki yetersizliklerini gösterdiği yönündeki iddiaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kapital’in en önemli tezini bir kez daha tekrar edeyim: Canlı emek-gücü artık-değerin yegane jenaratörüdür. Ölü emek; makineler, ekipmanlar, yapay zeka modülleri, üretim tesisleri, binalar, hammaddeler, yardımcı girdiler, yazılım programları, robotlar üretim sürecinde metaya değerini olduğu gibi aktarır. Ancak canlı işgücü, kendi değerinden fazlasını metaya aktarabilir. Canlı emek yoksa artık-değer yoktur, artık-değer yoksa kapitalist üretim biter.
Bütün teknoloji tekelleri ucuz emek sömürüsü için Uzak Doğu Asya’ya göç ettiler ve geri dönemiyorlar. Joe Biden’ın dağıttığı yüz milyarlarca dolarlık teşviğe ragmen Apple’ı, Tesla’sı Çin’den vazgeçemiyorlar. Trump’ın dikeceği gümrük duvarları da işe yaramayacaktır. Sadece teknoloji şirketleri değil; Türkiye’deki tekstilciler bile ucuz emek için Mısır’a gidiyorlar. İster yarı-iletkenlerle çip üretsin, isterse sentetik iplikten penye; bütün sermayedarların temel motivasyonu artık-değer oranını arttırabildiği kadar arttırmaktan ibarettir.
Canlı emek bitiyorsa ABD’de ve Avrupa’da yüksek işsizlik oranları gözlemlememiz gerekir ki böyle bir durum yok. Dünyada robotları üretime sokmada en yüksek orana sahip ülkeler Doğu Asya’da bulunuyor ve buralarda da neredeyse tam istihdama yakın bir durum var. Bu ülkelerde sorun işsizlik değil, tam tersine demografik nedenlerle işgücünün büyüme hızının yavaşlaması ve hatta gerilemesi tehlikesidir.
Son olarak tekrar edeyim: Canlı emeğin yerini robotlar almışsa, tam otomasyon aşamasına geçmişsek bunu istatiksel olarak muazzam bir verimlilik patlaması şeklinde görmemiz gerekir ki gözlemleyemiyoruz. Tam tersine en yüksek teknolojiye sahip ülkelerde verimlilik artış hızı 1980’lerden itibaren keskin bir şekilde düşmüştür. Bilişim-iletişim teknolojileri, bilgisayarlarla entegre imalat sanayileri, robotlar, yapay zeka vs hiçbiri verimlilik artışında istatistiksel olarak anlamlı bir artışa neden olamadılar. Bunun da temel nedeni gelişmiş kapitalist ülkelerde kâr oranlarındaki azalma nedeniyle kapitalist yatırımların milli gelirden aldığı payın gerilemesidir.
Özgür Demirtaş’la ilgili konuşmak istemiyorum; bir tipoloji çizmek istiyorum: Holding üniversitelerinde, banka yönetim kurullarında görev yapan; takipçilerine köşe dönme tüyoları veren; paradan para kazanmanın inceliklerine kafa yoran; emekçi-yoksul halka karşı hiçbir sorumluluk duygusunu içinde barındırmayan; emperyalizme, sömürüye, geri kalmışlığa karşı bağımsızlığa, kamuculuğa, kalkınmacılığa dair hiçbir tarih-siyaset bilgisi olamayan; dergi editörleri dışında politika yapıcılar dahil kimsenin zerre kadar umursamadığı teknik matematiksel modellemeleri bilimsel üretim sayan otistik bir iktisatçı tipi çıktı. Kenan Evren veya Turgut Özal bunları görebilmiş olsalardı eminim mutluluktan gözleri yaşarırdı. Bu tiplere karşı biz Aziz Nesin’in, okumuş insan emekçi halka karşı sorumludur, ilkesiyle fikir üretmeye çalışan bilim emekçisi karakterini savunuyoruz.