Trump yönetiminin USAID’i tasfiye etmesi ABD siyaseti ve dış politikası açısından elbette çok önemli bir dönüm noktası. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, USAID’in tasfiyesinin Trump yönetimi ile USAID eliyle istikrarsızlaştırılan ülkeler açısından farklı anlamlara sahip olması.
Trump yönetiminin USAID’in tasfiyesine ilişkin en büyük ideolojik gerekçesi, Amerikan halkının paralarının ‘radikal solcular/Marksistler’ tarafından harcanıyor oluşu. ABD emperyalizminin en büyük ve en etkili araçlarından birinin ‘Marksist’ olduğu düşünülebilir mi? Üstüne basa basa yapılan ‘solculuk’ vurgusuyla, belirli bir ideolojik zemine dayalı yeni bir dış politika stratejisi inşa ediliyor.
USAID’in tasfiyesiyle birlikte oluşan boşluk, Trump yönetiminin dış politikasına uygun bir şekilde kesinlikle yeniden şekillendirilecek. Ancak burada başka bir tehlike daha var.
ABD’de USAID’e ve genel olarak Demokratları suçlamak için kullandığı ‘radikal solcu/Marksist’ kavram seti, yıllar içerisinde muhafazakar ve geleneksel değerlere yaslanan diğer ülkelerdeki siyasi hareketler tarafından da benimsendi.
ABD emperyalizmi, Demokrat iktidar döneminde kimlik politikaları ekseninde şekillenen, sosyal adalet ve eşitlik söylemleriyle öne çıkan ‘woke’ ideolojiyi yaydı. Trump ve şurekasının ‘radikal sol/Marksist’ diye kodladığı ideoloji, sermaye düzeniyle çelişmeyen, neoliberal piyasa mekanizmalarıyla son derece uyumlu şekilde işleyen, kimlik temelli ayrışmaları derinleştirerek sınıf mücadelesini gölgeleyen işte bu ideolojiydi.
Trump yönetimi, iktidara geldikten sonra bu ideolojiye açtığı savaşla mevcut düzeni yıkmak yerine, onu daha muhafazakar ve milliyetçi bir çerçevede yeniden inşa ederek, emperyalist politikaları bu sefer sağ söylemlerle harmanlayan bir düzenlemeye gidiyor.
ABD siyasetinde yaşanan bu dönüşümün en yakıcı etkileri ise Avrupa’da hissediliyor. Avrupa’da halkların güvenlik, istikrar, refah gibi sol talepleri ise, solun uzun yıllardır sistemli bir şekilde bastırıldığı bu politik iklimde sağ alternatifleri güçlendirdi ve özellikle Batı karşıtı ülkelerde yeni bir tür sağcı-milliyetçi hegemonya inşa edilmesine hizmet etti. Bunun en büyük örneği, Rus milliyetçiliğinde gözle görülür şekilde artan sol/Sovyet düşmanlığı. En yeni örnek olarak ise Romanya’da Calin Georgescu’nun yükselişi sayılabilir.
ABD emperyalizmi, böylelikle Avrupa’daki ‘AB şüphecisi’, ‘Batı karşıtı’ güçleri -Rusya gibi ‘düşman’ bir ülkede bile- kendi ideolojik çerçevesine hapseden bir yöntem geliştirdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Finlandiya, Slovakya, Sırbistan, Romanya gibi sağın yükselişte veya iktidarda olduğu ve siyasi hayatında çeşitli düzeylerde ‘Batı karşıtı’ siyasetler bulunan bütün Avrupa ülkeleri, bugünlerde Trump’ın dünyayı ‘eşcinsellikten kurtarmasını’ alkışlıyor.
Avrupa’nın Demokrat dostu mevcut yöneticileri ise, artan sosyal huzursuzluğu bastıracak yöntemler aramakla ve bu huzursuzluğun ana kaynaklarından olan Ukrayna desteğini sürdürecek mali çözümler arasında sıkışmakla meşgul.
Avrupa’da yükselen aşırı sağ, artan sosyal huzursuzluklar, Baltık, İskandinavya ve Doğu Avrupa’da NATO eliyle artırılan militarizasyon… Bütün bu tabloya eklenen Trump faktörü, mevcut sıkışmışlığı daha da derinleştirecek.
Avrupa’da artık tek tük kaldığı kabul edilen sosyalist alternatiflerin ise işi hala çok zor, ancak tablo yine de karamsar değil…