Hakikat ise daha sarsıcıydı. Türkiye, ekonomik olarak önemli bir ihracat kaleminden vazgeçmişti. Binlerce köylü geçim kaynağını yitirmiş, üretim bölgelerinde işsizlik ve kente göç artmış, ekonomik kriz daha da derin bir hal almıştı.
Yiğit Işın
Dünya genelinde binlerce yıldır devam eden ve 1909 Şangay Konferansı’yla birlikte Türkiye’nin Batılı ülkelerle olan ilişkilerindeki temel konu başlıklarından biri haline gelen haşhaş üretimi, 20. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle uluslararası diplomatik krizlerin, siyasi yaptırımların odağı haline geldi.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası artan uyuşturucu kullanımı, Batı’da toplum sağlığı ve kamu düzeni üzerinde ciddi bir tehdit olarak görülmeye başlandı ve bu tehdit algısının merkezine ise giderek Türkiye yerleştirildi Zira Türkiye’nin ürettiği haşhaş, yüksek morfin oranı sebebiyle uluslararası pazarda hem değerli hem de tehlikeli addediliyordu. Ancak bu durum, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin Türkiye üzerindeki siyasi baskı aracı haline geldi.
Uyuşturucuyla savaş söyleminin asıl nedeni
1961 yılında Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Maddeler Tek Sözleşmesinin kabul edilmesiyle birlikte haşhaş ekimi ve afyon üretimi lisanslı ve denetimli hale getirilmeye çalışıldı. Türkiye de bu sözleşmeye 1967’de taraf oldu. Fakat bu durum sürecin çözümünden ziyade ve gerilimin artmasının başlangıcı oldu. ABD, kendi kamuoyunu teskin etmek ve artan eroin bağımlılığına karşı bir “dış kaynak” gösterebilmek adına Türkiye’yi hedef tahtasına koymuştu. Özellikle 1969 sonrası Başkan Nixon’ın Vietnam Savaşı`ndan dolayı kaybettiği halk desteğini geri kazanmak için uyuşturucuya karşı başlattığı “savaş”ın simgesel cephesi Türkiye’de üretilen haşhaştı. Amerikan kamuoyunda ve medyasında Türkiye’den gelen afyonun Marsilya’daki laboratuvarlarda işlenip ABD gençliğini zehirlediği yönünde kampanyalar yürütüldü. CIA tarafından hazırlanan raporlar da bu yöndeydi.
Açıktan ABD yanlısı Demirel ve Adalet Partisi bile haşhaş yasağı gibi bir karara imza atmak konusunda tereddütteydi. Bu tereddütün temelinde, Türkiye’nin haşhaş üretiminin yoğunlaştığı bölgelerin AP’nin o dönem en fazla oy aldığı kırsal bölgeler olması vardı. Haşhaş yasağı, bu bölgelerde yaşayan halkın geçim kaynağını kaybetmesi ve Demirel’in de siyasi meşruiyetini yitirmesi anlamına geliyordu. Bu sebeple 1965’ten itibaren ABD’nin artan baskılarına karşı Demirel hükümeti kademeli kısıtlamaları tercih etti: 1966’da 21 ilde olan haşhaş ekim izni, 1971’e gelindiğinde yalnızca 4 ile sınırlandırılmıştı. Fakat bu kısıtlamalar bile ABD nezdinde yeterli bulunmuyordu.
1970’te ABD Dışişleri Bakanı Richardson, Türkiye’nin haşhaş ekimine devam etmesi halinde Amerikan yardımının kesileceğini ilan etti. Buna karşılık dönemin iktidarı 22 Haziran 1970’te haşhaş ekimini bazı bölgelerde yasaklandı. Ancak bu karar, ABD tarafından yeterli görülmedi. Çünkü 1971 yılında, haşhaş ekim alanlarının azaltılmasına rağmen TMO’ya (Toprak Mahsulleri Ofisi) teslim edilen afyon miktarı rekor seviyeye çıktı. Bu durum ABD’de Türkiye’ye yönelik şüpheleri artırdı ve Türkiye’de yasadışı afyon üretiminin hala devam ettiği yönünde değerlendirmelere neden oldu.
12 Mart’la başlayan yeni dönem
Mesele yalnızca haşhaşla sınırlı kalmadı; Türkiye’de Batı yanlısı iktidarların politik iktidarsızlığı, öğrenci hareketleri ve yükselen sol ekonomik krizlerle birleşince, ABD için Türkiye müdahale edilmesi gereken bir “zayıf müttefik” haline geldi. Ve 12 Mart Muhtırasıyla birlikte Demirel’in yerine, Batı ile uyumlu ve seçimle gelmemiş Nihat Erim’in başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Erim Hükümeti, ABD’nin tüm taleplerine kayıtsız şartsız uyan bir yönetim modeli sundu.
29 Haziran 1971’de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’de haşhaş ekimi tamamen yasaklandı. Nixon yönetimi bu yasağı kendi kamuoyuna büyük bir başarı olarak sundu. Amerikan basını ‘teknokrat’ kabineye övgüler düzdü ve Erim hükümetiyse bu kararı, “insanlığın yararı” için alınmış gibi göstermeye çalıştı. Hakikat ise daha sarsıcıydı. Türkiye, ekonomik olarak önemli bir ihracat kaleminden vazgeçmişti. Binlerce köylü geçim kaynağını yitirmiş, üretim bölgelerinde işsizlik ve kente göç artmış, ekonomik kriz daha da derin bir hal almıştı. Yasak 1 Temmuz 1974’e kadar sürecekti.