Güvensizlik hissinin her yeri sardığı bir insanlar topluluğuna toplum denebilir mi?
Sorumuz da sorunumuz da esasen budur. Güvenlik ihtiyacı sahicidir, yakıcıdır, ertelenemez. İnsanları da toplumları da ertesi güne umutla hazırlayan şeylerin başında güvenlik hissi gelir. Güvenliğin kaybı giderek toplumun ve insanın yok olmasıdır. Tersi de doğrudur, insan ve toplum çürütülmüşse orada güvenlik de tesis edilemez.
Türkiye toplumu uzun bir süredir bunun sıkıntısını yaşıyor. Son birkaç haftadır peş peşe yaşananlar ise bu duyguyu ayyuka çıkarmış görünüyor. O halde herkesin günlerdir aklını kurcalayan o soruyu yeniden sormanın zamanı: Türkiye nasıl “güvenli” hale gelecek?
İlk olarak sorunu teknik bir çözüme sıkıştıran yaklaşımları büsbütün gündemden düşürmek gerekiyor. Bu yaklaşımlar iktidarın da işine geliyor olacak ki, iktidarın tüm propaganda aygıtları ısrarla sorunu buraya sıkıştırmaya çalışıyor. Örneğin, kolluk kuvvetlerinin gücündeki bir artışın bu sorunu çözeceğine dair iddia sıkça tekrarlanıyor. Fakat işin ironik yanı şu ki, Türkiye’de kolluk kuvvetlerinin gücü zaten normalde olması gerekenden katbekat fazla. Üstelik kolluk kuvvetlerinin gücü bir yandan sürekli artırılırken aynı oranda suç da devasa boyutlara ulaştı. Yani bırakın sorunu çözmeyi, hafifletmedi bile. O yüzden bu iddianın ciddiye alınır herhangi bir tarafı bulunmuyor.
Diğer taraftan caydırıcı cezaların artırılmasının sorunu çözeceğine yönelik bir iddia da var. Elbette hukuk sisteminin bu kadar çürüdüğü bir ülkede insanların etkili cezaların olmasını istemesi gayet doğal. Olmalıdır da. Fakat ceza ne kadar caydırıcı olursa suç da o kadar az olur safsatasını beslediği oranda bu iddialara da mesafeli yaklaşmak gerekiyor. Tarihin sayısız kez çözülmüş bir bilmecesidir bu. Denildiği gibi, Kabil’den bu yana hiçbir ceza dünyayı iyileştirememiştir [1].
Öte yandan, tüm tartışmalarda eksik olan nokta, sorunun ana kaynaklarını ısrarla görmezden gelen bir tarzın hâkim olması.
Neoliberal dönüşüm, kamusallığı ve yurttaşlığı tasfiye ederken bununla bağlantılı olarak devlet mekanizmasında da bir tür çözülme süreci yarattı. Üstelik Türkiye’de bu sürecin baş mimarı denilebilecek AKP iktidarı, açıkça gerici ve karşı devrimci bir programı da ardıllarına nazaran daha “başarılı” hayata geçirdiğinden, Türkiye’de bu çözülme süreci çok daha şiddetli ve dağıtıcı bir karakterde oldu.
Bu çözülme sürecinin doğrudan iki büyük sonucu var: biri sermayenin zor aygıtının daha da kural tanımaz bir duruma gelmesi, diğeri ise siyaset alanının daraltılarak yurttaşın talep ve beklentilerinin karşılık bulamayacağı bir biçimde yeniden dizayn edilmesi.
O nedenle “Türkiye’de bir güvenlik sorunu vardır” demek belki de yanlış olacaktır. Çünkü “Kimin güvenliği?” diye sormamız gerekiyor. Bugün Türkiye’de görünürde iktidar tek elde toplanmış gibi dursa da aslında fiili olarak tüm devlet mekanizması bir tür tarikatlar ve çeteler koalisyonuna devredilmiş durumda. Bu ise, devletin kurumsal mekanizmalarının zayıfladığı ölçüde her bir odağın, deyim yerindeyse, kendi çöplüğünde derebeylik kurduğu bir güç ve talan mekanizması yaratmış oluyor. O nedenle belki de tarikatlar ve çeteler tarihlerinin en “güvenli” dönemlerinde denilebilir. Bunun diyeti ise yurttaşın güvenlik ve refahının yitirilmesi aslında.
Neoliberal dönüşümün ikinci bir boyutu da toplumsal yaşamla ilgili. Bütün bu ülkelerde ve elbette Türkiye’de de pazarlanan şey, “küçük Amerika” olmaktı. Bunun getirdiği Amerikanvari yaşam tarzı ise bireysel hazzın ve duyumun yüceltildiği, herkesin kendi kabuğunda olduğu ve kimsenin kimseye karşı bir sorumluluk duymadığı bir bireyselleşme çağıydı. Bunun toplumlar açısından yıkıcı sonuçları oldu. Çünkü insan dediğimiz özünde toplumsal bir varlık. Diğer insanlarla ve anlamlı değerlerle bir bağ kurabiliyorsa oradan sağlıklı bireyler ortaya çıkabiliyor. Bunun yokluğunda bireyselliğin yüceltildiği toplumlar ise yalnızca sağlıksız bireyler değil, aynı zamanda canavarlar da üretiyor. Tarihi geç 19. yüzyılda Londra’yı dehşete düşüren Karındeşen Jack’e dayanan “seri katil” olgusunun dünyanın geri kalanında yaygınlaşmasında katalizörün Amerikan toplumu olması tesadüf olmasa gerek.
Buraya kadar bahsettiğimiz tablo, yurttaşın güvenlik yitiminin kısa vadeli çözümlerle karşılanamayacak denli kalıcı yanları olduğunu gösteriyor. Üstelik bu tabloya dış politikadaki gelişmeler ve iş piyasasının “güvensizliği” de eklendiğinde tablo iyice karmaşıklaşıyor. Düzen siyaseti ise uzun bir süredir toplumun yalnızca kısa vadeli beklentilerinin bir kısmını karşılayarak varlığını sürebiliyor. Yani bir kez daha siyaset devrimcileri çağırıyor.
“Kapitalizm içerisinde bir normalleşmenin olanaksızlığını veri almayan herhangi bir strateji, bu sürece yanıt üretemez. Sosyalistlerin görevi, mevcut kriz denklemini hafifletmek değil, bu kriz ve çözülme tablosunun yarattığı boşluklara yerleşerek sosyalist bir iktidar alternatifini inşa etmek” [2].
20. yüzyılın başında Rosa Luxemburg “Ya sosyalizm ya barbarlık” demişti. 100 yıl sonra yeniden buradayız. Ancak toplumu kalıcı biçimde değiştirmenin tek gerçekçi yolu olan devrim bu barbarlığa gidişatı tersine çevirebilir. Çevirecektir de.
Notlar:
[1] Karl Marx, “Capital Punishment”, New-York Daily Tribune, 17-18 February 1853. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1853/02/18.htm
[2] Özgür Tekin, Süreklileşmiş Devlet Krizi. https://jurnaltr.com/sureklilesmis-devlet-krizi-1/