Meclis açılışında sürpriz el sıkışmalar, her açıldığında nefret ve düşmanlıktan başka söz sarf etmeyen ağızlardan çıkan “barış” temennileri, düne kadar asgari düzeyde olsun diyalog ve hukuka saygı talep edenlere terörist diye saldıran AKP’li Cumhurbaşkanı ve yandaş gazetecilerinden gelen açılım güzellemeleri…
Derken Bahçeli’nin meclis grup toplantısında AKP’li, CHP’li ve DEM’li yöneticilerin tümünü hedef alırken “terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin” diye seslenerek fiilen Öcalan’ı muhatap haline getirmesi ve dolaylı yoldan Öcalan’ın tecridinin sonlandırılması çağrısı yapmış olması…
Uzun bir süredir söylentisi dolaşan yeni “açılım” sürecinin artık resmen başladığını söyleyebiliriz. Tam olarak neyin pazarlığının yapıldığı bu aşamada belirsiz. Kanlı biten eski açılım dönemiyle benzerlikler ise haddinden fazla.
Esas olarak 2013-15 aralığında kamuoyuna yansıdığı haliyle “barış süreci,” kimilerine göre kangren haline gelmiş Kürt sorununun nihayet barışçıl yoldan çözümü için sahici bir umudu temsil ediyordu, kimilerine göre ise ihanet ve teröre teslimiyeti. Oysa gerek sürece ilişkin “barış” ve “ihanet” değerlendirmeleri yapanların gerekse süreç başarısızlıkla noktalandığında akan kan için birbirini suçlayan muhatapların tümü, bir noktada tamamen hemfikirdi: Emperyalist merkezlerin belirleyiciliğini görmezden gelmek…
Pembe hayallerle başlayan 2013-15 dönemi barış süreci, esasen ABD emperyalizminin bölgeye dair tasarımları doğrultusunda yönlendirdiği bir süreçti. Çok hızlı başlayıp sonunda kanlı çatışmalarla akamete uğraması da tarafların ABD ve birbirleri ile yürüttükleri kabul edilemez pazarlıklarda ganimetin paylaşılamamasının ürünü olmuştu.
“Barış süreci” neydi?
2013’te BDP’nin Diyarbakır’daki Newroz mitinginde Türkçe ve Kürtçe olarak okunan Abdullah Öcalan’ın mektubunda “Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” vurgusu ve “silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi” talimatı müzakerenin tarafları ve ana akım medya tarafından ölçüsüz bir iyimserlikle karşılanıyordu. Eleştiriler Türklerle Kürtlerin kardeşliğinin “İslam bayrağı altında ortak yaşam” ekseninde tanımlanmasıyla sınırlı kalıyor, “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Ortadoğu’ya, yeni bir geleceğe uyanıyoruz” sözlerinin ima ettiği bölgesel pazarlık yeterince gündeme gelmiyordu.
Oysa ilgili dönemde yoksul emekçilerin kitlesel isyanlarıyla 2010 sonlarında başlayan “Arap Baharı” emperyalist merkezler ve bölge gericiliğince maniple edilmeye başlanmış, süreç sınırlarımıza dayanmıştı. Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle açılan dönemde İhvancılar iktidara gelmiş, AKP’nin ABD’yi Arap ülkelerinde İhvancı iktidarlar kuşağı yaratma stratejisine ikna ettiği ve bu strateji doğrultusunda maceracı adımlar attığı bir dönem açılmıştı. 20 Ekim 2011’de Libya’nın yurtsever lideri Muammer Kaddafi vahşice katledilerek Libya hala sonu gelmeyen bir kaosa itilirken benzer planlar Suriye için de devreye sokuluyordu.
Satın alınmış unsurlar ve dünyanın dört yanından toplanan kiralık katiller Suriye’nin üzerine salınmıştı. Türkiye’yi yönetenler Şam’da Cuma namazı kılma hayalleri kuruyor, Suriye’de de mümkünse İhvancı bir iktidar kurma değilse bu ülkeyi parçalama planlarına bilfiil dahil oluyorlardı. Emperyalist merkezlerden gerekli destek ve “yetki” alınmıştı. İmralı’dan gelen “yeni bir Ortadoğu” vurgusu da içi boş retorik değil, Ortadoğu’nun Suriye’den başlayarak altüst edileceği bir süreçten kendi adına pay alma perspektifinin yansımasıydı.
Bu tespiti yapmak için kamuoyuna yansıyan doğrulanmış beyan ve gelişmeler yeterli. BDP adına İmralı’ya gidip gelen heyetin Öcalan’la yaptığı görüşmenin tutanakları 28 Şubat 2013 tarihinde, yani Newroz mektubunun okunmasından sadece üç hafta önce Milliyet’te yayımlanacaktı. Silahlı unsurların Türkiye’den çekilse de komşu ülkelerde üslenebileceğine işaret eden Öcalan “Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz” diyecek, “Suriye, İran var. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var” diye ekleyecekti.
Öcalan’ın bu beyanları verdiği tarihte, Kandil bir tarafa, Suriye ve İran’daki YPG ve PJAK mevcudu bu sayıların çok çok altındaydı. Müzakere yürüten güçlerden biri Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden ihya etme hırsıyla yanıp tutuşurken diğer muhatap da emperyalist merkezlerin karıştırmakta olduğu ya da karıştırmayı hedefledikleri ülkelerdeki silahlı gücünü ve hakimiyet alanını genişletmeyi hedefliyordu. Tabii masanın diğer tarafına sıcak mesajlar verilmekten geri durulmuyordu: “Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.”
Bu perspektif Kürt siyasetinin diğer unsurlarınca da benimsenmişti. Mayıs 2013, halkın öfkesi burnunda, Gezi Direnişi’nin başlamasına ramak kalmış. BDP’li siyasetçiler Vaşington-İmralı-Ankara arasında mekik dokuyor, bir ABD’li yetkililere bir de merkez medyaya mesaj üstüne mesaj veriyordu. Dönemin bağımsız milletvekili ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Ahmet Türk ile BDP milletvekili Nazmi Gür Vaşington’a giderek Beyaz Saray, ABD Dışişleri ve Türkiye Dışişleri yetkilileriyle çeşitli toplantılar yapacak, basına konuşan Ahmet Türk ABD’li yetkililerle Suriye’deki gelişmeler üzerinde uzunca durduklarını ve Suriye’ye dair fikirlerine ABD’li yetkililerin de katıldığı izlenimi edindiğini söyleyecekti.
Sonraki günlerde dönemin BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Habertürk Ankara bürosunda gazetecilerle kahvaltı yaparak gündeme dair değerlendirmelerde bulunacak; Irak’taki gibi İran ve Suriye’de de birer özerk Kürt devleti ortaya çıkabileceği, hatta Irak’taki özerk Kürt bölgesinin ilerleyen süreçte bağımsız bir devlet haline gelebileceği öngörüsünü paylaşacaktı. Türkiye’de silahlı mücadele döneminin artık kapandığını savunacak, Suriye’deki fiili Kürt bölgesinin Akdeniz kıyısındaki Arap Alevi kenti Lazkiye’yi de içine alacak şekilde genişlemesi temennisini dile getirecekti: “Kürtlerin büyük bir sorunu ortadan kalkar. Denize alışırlar ve Türkiye’ye tam bağımlılık ortadan kalkar.” Suriye ABD emperyalizmine karşı varlık-yokluk kavgası içindeyken bir yandan da parçalanan Suriye’nin paylaşımına dair farklı senaryolar masaya geliyordu.
Unutmadan…
AKP iktidarı bu süreci 2010’lu yılların ortalarına kadar ABD ile tam eşgüdüm içinde yürütecek, bu eşgüdüm sürecin her bir aşamasına damga vuracaktı. Suriye’yle ilişkilerin dört dörtlük olduğu, Beşar Esad’ın henüz “katil Esed” değil “kardeşim Esad” olduğu dönemlerde Türkiye ve Suriye ortak bakanlar kurulu toplantısı dahil her düzeyde temaslar kuracak, ilgili süreçte AKP iktidarı Suriye’ye ABD adına ekonomiyi liberalleştirme ve İsrail’le normalleşme karşılığında İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’ni geri alma gibi teklifler iletecekti. Arap Baharı sürecinin daha taze olduğu, Suriye’de silahlar patladığı ama işin henüz çığrından çıkmadığı Ağustos 2011’de ise dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Şam’a giderek Esad’la altı buçuk saat görüşecek, ABD adına rest çekecekti.
Türkiye’nin Ortadoğu’da Yeni Osmanlıcı maceralara girmesi emperyalist merkezlerce teşvik ediliyor, Ocak 2013’te Patriot füzeleri Türkiye’ye geliyordu. Sonrasında Suriye’de cihatçı saldırganlık AKP taşeronluğunda koordine edilecek, “muhalif” güçler bir süre TSK ve Pentagon tarafından birlikte eğitilip donatılacaktı.
Kürt siyaseti ise sürecin olgunlaşarak kamuoyuna açılması öncesindeki “kapalı müzakere” dönemini Öcalan’ın liderliğinin altını çizerek geçirmeyi tercih edecek, Eylül 2012’de cezaevlerinde “İmralı’da tecridin kaldırılması ve Kürtçenin kamusal alanda kullanılabilmesi” talepleriyle açlık grevleri başlayacaktı. Açlık grevlerinin 68. gününde İmralı’dan gelen mesajla açlık grevleri anında noktalandı. 2013 Newroz’una damgayı vuranın Öcalan’ın mektubu olması Kürt siyaseti adına bu tür hamlelerle sağlanmıştı.
***
Pembe hayallerle başlayan 2010’ların “barış süreci” Diyarbakır, Suruç ve Ankara’da patlayan bombalarla sona erecek, çok kanlı bir silahlı çatışma döngüsüne girilecekti. Sürecin tıkanmasının ana nedeni, şu ya da bu aktörün uzlaşmazlığı ya da samimiyetsizliğinin ötesinde emperyalizmle pazarlık temelinde kurulan denklemin çökmüş olmasıydı. ABD operasyonuyla Suriye’nin tasfiyesi planı çökmüş, ana hedefin tutmadığı koşullarda taraflar elde kalan sınırlı varlığı paylaşamamıştı.
2010’ların “barış süreci” boyunca yürütülen pazarlıklar halka açıklanmadı. Bu yazıda ele aldığımız başlıklar sürecin farklı aşamalarında satır aralarından yapılan çıkarımlardan ve bir bölümü süreç noktalandıktan sonra yapılan ifşaattan ibaret.
Günümüze gelecek olursak…
Bir anda gelen el sıkışmalar, karşılıklı sıcak mesajlar, sürece itiraz etmesi beklenecek milliyetçi çevrelerin ya alenen ya da bilinçli şekilde düşük profil göstermek suretiyle zımnen onayı, sebebi ve arka planı anlaşılamasa da çok geniş bir mutabakata dayandığı anlaşılan karşılıklı iyimserlik…
Ortadoğu’da bölgesel savaş tamtamları çalınırken “İsrail’in asıl hedefi Türkiye” demagojisi, mecliste konuya dair anlamlı bir tartışma yapıldığı şüpheli olan bir gizli oturum, iç siyasette Filistin hamaseti yapanların İsrail’e karşı somut girişimlerde bulunan güçlere karşı mezhepçilikle cilalanmış mesafelenmesi, TRT Farsça’nın açılışını bile “İran’ı rahatsız etme” hedefine bağlayacak aşırılıkta mezhepçi bağnazlık…
Bir yanda müzakere sürecini “yeni Anayasa” tartışmasına bağlayarak Cumhuriyet mirasıyla hesaplaşma ve Erdoğan’ı ölene kadar Cumhurbaşkanı yapacak bir formül bulmaya yönelik fırsatçılıklar diğer yanda apar topar Öcalan kartını masaya koymaya yönelik hamleler…
Ve ücreti ödendiği halde teslim edilmeyen F-35’lere alternatif olarak gündeme gelen Eurofighter’lar için bir anda gelen onay, Irak işgalinin hemen ardından 2004’te olduğu gibi 2026’da bir kez daha İstanbul’da toplanacak NATO zirvesi için geri sayım…
Denklem pek çok yanıyla 10 yıl öncesinin “barış süreci”ni andırırken yazıyı bitirmeden o süreçten bir anekdotu hatırlayalım.
28 Aralık 2011… Şırnak’ın Uludere ilçesinde F-16’ların yaptığı bombalamada sınır bölgesinde hareket halinde olan 34 yurttaş katledildi. TSK’nın PKK militanı diye vurduğu yurttaşların sınırda kaçakçılık yapan sivil Roboski (Ortasu) köyü sakinleri olduğu ortaya çıktı. Bu katliam Türkiye’de infial uyandırmış, Roboskili köylüler Irak sınırına ilerlerken Pentagon’un TSK’ya “PKK militanlarının sınıra ilerlediği” yönünde istihbarat verdiği ortaya çıkmıştı.
17’si çocuk olan 34 yurttaşın katlinde ABD’nin dahli olduğu ortaya çıkınca BDP İstanbul İl Örgütü 12 Ocak 2012’de ABD İstanbul Konsolosluğu’na yürüyerek siyah çelenk bırakmış, yürüyüşte “Bu katliam sizi de yakar” dövizi taşınırken açıklamada ve atılan sloganlarda katliamda ABD’nin rolüne işaret edilmişti.
Uludere katliamı, Mayıs 2013’te Ahmet Türk’ün basın mensuplarına yaptığı açıklamalar sırasında da gündeme geldi. Basın mensuplarının “Uludere olayı konuşuldu mu?” sorusuna Ahmet Türk manidar bir yanıt verecekti: “Uludere’yi konuşmadık. Belki de sıra gelmedi.”
Emperyalizmin doğasında bu var. Emekçi halklara dair gerçek gündemlere asla sıra gelmez. Huyunu bildiğimiz iktidarın aşina yollardan başlattığı yeni “açılım” sürecine de bu bilinçle yaklaşacağız. Emperyalizmin belirleniminde, gerici hedeflere bağlanarak yürütülen hiçbir süreçten halk yararına sonuçlar çıkmayacağını bilerek.