Filistin’de Hamas öncülüğünde 7 Ekim’de başlatılan ‘Aksa Tufanı’ operasyonu, en popüler deyişle ‘Ortadoğu’da kartların yeniden karıldığı’ bir süreci yeniden başlatmış oldu. Emperyalizmin gözünü uzun süredir diktiği bir bölge olan Ortadoğu’da ise, en lokal görünen bir çatışmanın dahi bir şekilde uluslararası bağlantılara sahip olduğunu söylemek mümkün. Son dönem çatışmaların boyutu ve sahip olduğu ilkler bu durumu pekiştiriyor.
AKP hükümeti, Ukrayna krizinde olduğu gibi, Filistin-İsrail çatışmaları ekseninde de dış politika stratejisi alanında ‘temkinli bir diplomatik duruş’ sergileyerek uzun süredir daha ‘iddialı’ bir liderlik imajı yansıtmaya çalışıyor.
Ancak İsrail söz konusu olduğunda, Türkiye’nin bölgesel krizlerde ‘arabuluculuk’ ve ‘krizin çözümünde olmazsa olmaz’ bir pozisyon almak amacıyla attığı adımlar ve ani rota değişiklikleri yapması daha zor.
Aksa Tufanı operasyonu 7 Ekim’de başladıktan sonra, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Ankara Spor Salonu’nda düzenlenen AK Parti 4. Olağanüstü Büyük Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “İsrail’de meydana gelen hadiseler ışığında tüm tarafları itidalle hareket etmeye, gerilimi daha da tırmandıracak fevri adımlardan uzak durmaya çağırıyoruz” açıklamasında bulundu.
Aynı şekilde, Dışişleri Bakanlığı da “İsrail ve Filistin’de yaşanan şiddet ve gerilimi derin bir endişeyle karşılıyoruz. Bölgede sükunetin bir an önce yeniden tesis edilmesine büyük önem veriyor, sivil can kayıplarını şiddetle kınıyoruz. Şiddet eylemlerinin ve buna bağlı tırmanmaların kimseye bir fayda sağlamayacağını vurguluyor, tarafları itidalle hareket etmeye ve fevri adımlardan uzak durmaya çağırıyoruz” dedi.
Yine Erdoğan, Beştepe’de düzenlenen Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) Teşkilat Buluşmasında bu sefer ABD ve İsrail’e yönelik eleştiri dozunu artırarak, Gazze’deki durumun İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne ters olduğunu vurgulayıp “Gazze’de su yok yiyecek yok. Nerede Batı? ABD uçak gemisi gönderiyor. Amerika nire, Akdeniz, İsrail, Filistin nire. Ne işin var senin orada?” ifadelerini kullandı.
‘Sert çıkış’a dönüş
Tam da AKP hükümetinin Filistin konusunda sessizliğinin sorgulanmaya başladığı bir ortamda yapılan bu açıklama, Türk merkez medyasında her zaman olduğu gibi ‘Erdoğan’dan ABD ve İsrail’e sert çıkış’ ifadeleriyle manşetlere taşındı. Peki gerçekten öyle miydi? Bu sorunun yanıtını, Erdoğan’ın konuşmasının devamından anlıyoruz:
“Amerika gibi bir ülkeye barışı tesis mi yakışır yoksa oraya benzinle, körükle gitmek mi yakışır? Amerika’dan beklenen nedir? Türkiye’ye ait Suriye’de bir SİHA’yı terörle mücadele ederken düşürecek kadar ferasetini kaybeden bir anlayış var. Biz seninle NATO’da beraber değil miyiz? Terörle mücadele eden bu ülkenin SİHA’sını nasıl düşürürsün? Görmedim, bilmedim, farkında değilim. Bunu nasıl söylersin?”
AKP hükümeti, bir yerinden dahil olduğu uluslararası krizlerin tümünü, aynı zamanda siyasi ikbali için bir propaganda malzemesi haline getirmeye çalışıyor. Bu, dünyada hükümetlerin sıkça başvurduğu bir taktik. Türkiye ise, AKP hükümetiyle bu durumun en uç örneklerini sergiliyor.
İsrail nire?
Davos krizinin yaşandığı 2009 yılında, Türkiye’nin İsrail’e ihracatı 1.5, ithalatı 1.1 milyar dolardı.
Erdoğan, 2017’de “İsrail işgalci terör devletidir” ifadesini kullandığında, Türkiye’nin İsrail’e ihracatı 3.4, ithalatı 1.5 milyar dolardı.
Erdoğan, 2021’de “Gücü çocuk ve kadınlara yeten terör devleti İsrail’in zalimlikleri karşısında öfkeliyiz” dediğinde ihracatı 6.1, ithalatı 1.9 milyar dolardı.
Son olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ABD nire, İsrail nire?” diye seslenirken, çok değil, daha bir ay önce “İsrail’le enerji sondaj çalışmasını başlatacağız” açıklamasında bulunmuştu.
Yani, AKP hükümeti döneminde, iki ülke arasındaki ilişkiler ne kadar gerilirse gerilsin, Türkiye ile İsrail arasındaki ekonomik rakamlar büyümeye devam etmiş.
Aynı şekilde, iki ülke arasındaki uzun süreli ‘küslüğün’ ardından, diplomatik ilişkilerin karşılıklı olarak büyükelçi seviyesinde yeninden tesis edilmesi yönünde geçen sene alınan karar ise, Türk merkez medyası ve AKP hükümeti tarafından büyük bir mutlulukla karşılanmıştı. Erdoğan ile İsrailli mevkidaşı Isaac Herzog arasında kurulan diyalog, beraberinde ikili ilişkilerin yeniden en üst düzey diplomatik ilişkilere kavuşturulması kararını getirmişti.
Türkiye ile Filistin arasında ise, 2018’de kurulan ‘Türkiye-Filistin Ekonomik İşbirliği Konseyi’ dışında herhangi bir ekonomik mekanizma bulunmuyor. Bu konseyin işlevi ise, Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan’ın “Ticaret hacminin ve yatırımların artırılmasında önemli rol oynayacak” açıklamasından ibaret kaldı.
Özetle, Erdoğan’ın “One minute” ile başlayıp, Mavi Marmara saldırısı için “Giderken bana mı sordunuz?” diye devam eden, yer yer iyileşme eğilimi görülen, yer yer ilişkilerin gerildiği Türk İsrail ilişkilerinde takındığı ‘Filistin davasının savunuculuğu’ imajı, her dönemde söylemden ibaret kaldı ve uluslararası ilişkiler zemininden çok, AKP’nin seçmen kitlesini konsolide eden bir işleve sahip oldu.
Bu bağlamda, AKP hükümetinin ‘dengeci’ görünen dış politika stratejisinin, aslında aynı anda birden fazla sandalyeye oturma çabası olduğu görülüyor. Bu anlatı, AKP hükümetinin pozisyonunu güçlendirmeye, Erdoğan’ın ‘oyun kurucu’ ve ‘bölgesel oyuncu’ imajını güçlendirmeye ve iç politikadaki desteği pekiştirmeye hizmet ediyor.
Başa dönecek olursak, Erdoğan, son İsrail krizi sırasında da bu eskimiş yöntemi takip etti. Gazze halkıyla dayanışmasını dile getirdi, İsrail’i eleştirdi ve ABD’ye ‘meydan okudu’. Ancak en önemlisi ise, ABD’ye neyin yakıştığını hatırlatmasıyla, Türkiye’nin niyeti Batı’yla bağlarını koparmak değil, dostluğunun önemini hatırlatma arzusunu gösterimesiydi.
AKP hükümetinin Batı’yla dalgalı ilişkisini, “Senin en büyük dostun ben olmalıyım” cümlesine indirgemek mümkün. AKP hükümeti ve Erdoğan, ne tür bir kriz yaşanırsa yaşansın, bütün çıkışları ABD’ye dostluk bağlarını hatırlatma girişimi haline getiriyor, sarsılmaz bir müttefik olmaya devam ettiği mesajını vermeye çalışıyor.
Aynı anda, seçmen kitlesinin önemli bir kısmını oluşturan milliyetçi/muhafazakar toplamdan puan toplamaya çalışıyor ve aynı anda Türkiye’nin en yoksul kesimlerinden oluşan bu toplamı ‘büyük bir davanın parçası’ olarak göstererek gerçek sorunları ertelemelerini sağlamaya çalışıyor. ‘Kazan-kazan’…
Sonuç olarak, Türkiye’nin İsrail-Hamas çatışmasına yaklaşımı ‘çok yönlü bir diplomatik strateji’ gibi yansıtılsa da, Erdoğan’ın söylemleri ılımlı bir tondan daha iddialı geçişlere sahip olsa da, AKP hükümetinin temel ilkesi bozulmadan uygulanmaya devam ediyor. Doğrudan çatışmaya girmeden, Batı’ya karşı ‘güvenilir bir müttefik ve arabulucu’ imajı veren bir çizgi.
Meselenin iç politikaya hitap eden boyutu ise, çatışmayı Siyonizme karşı mücadeleden ‘Müslüman-Yahudi’ savaşına indirgeyerek, bölgesel düzlemde siyasal İslam’ın, uluslararası düzlemde emperyalizmin çizdiği rotanın propaganda edilmesi. Meseleye anca bu evreden itibaren uyanan liberallerimiz ise, her zaman olduğu gibi bu tartışmada da ‘sivil ölümleri’, ‘savaşın yöntemleri’ gibi bulanık çizgilere sahip konular üzerinden direnişi itibarsızlaştırmaya çalışmakla, emperyalizmin istediği düşünsel çıktıları yaymakla meşgul.
Bütün bunlar yaşanırken, Siyonist işgal ise Filistinlilere karşı ‘Demir Kılıçlar’ı çekti, tam kapsamlı işgalin eli kulağında. Bu nedenle, geriye sorulacak tek bir soru kalıyor:
AKP nire, Filistin nire?