İktidar bir süredir oldukça sert saldırıyor.
Oysa son yerel seçimlerin ardından işler iyi gibi görünüyordu.
İktidar, elindeki belediyelerin çoğunu kaybetmiş; “normalleşme” sürecine geçilmişti. Tayyip Erdoğan ve Özgür Özel karşılıklı genel merkez ziyaretlerine başlamış, hatta Özel’e göre bu sayede yargının kimi adil kararlar alması sağlanmıştı. Her şey o kadar normaldi ki, CHP MİT Başkanı İbrahim Kalın’dan partilerine üyelik başvurusu yapacakları denetlemesini bile ister olmuştu.
Bu sırada halk ise yoksullaşmaya devam ediyordu. Enflasyon artışını bir nebze olsa da hafifleten ücret zamları gelmez olurken, işsizlik zirveye doğru yürüyordu.
Olsun. Yukarıda keyifler yerindeydi. Meclisin açılış vakti geldiğinde “özlenen görüntüler” nihayet karşımızdaydı. MHP lideri Bahçeli’nin hem CHP’ye hem de DEM Parti’ye gösterdiği sıcaklık yeni bir açılım çağrısı ile taçlanmıştı.
İktidarla normalleşmenin hazin sonu
Derken ne olduysa oldu.
İktidar bu kez CHP’lileri de içine alacak şekilde belediyelere çökmeye başladı. Kayyum düzeni geri geldi, yargı sopası yeniden harekete geçti. Muhalefetin farklı unsurları ipe sapa gelmez suçlamalara maruz kalırken, siyasi tutuklamalar gazetecileri kapsayacak kadar genişledi. Dizi sektöründe iktidar tarafından istenmeyen bir menajer, Gezi Direnişi’ne katıldığı için cezaevine atıldı. Yine aynı sürecin bir parçası olarak, Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde Mustafa Kemal referanslı yemin eden subaylar ordudan ihraç edildiler.
Hayal kırıklığına uğramış olan “muhalefet cephesi”ne şimdi muazzam bir dağınıklık hakim.
Altılı Masa’nın en sağ unsurları birer birer eriyor. DEM Parti bir yandan “yeni süreç” için görüşmeler yaparken bir yandan da üyeleri tutuklanıyor, belediyelerine kayyum atanıyor. Dokunulmazlığa sahip onlarca vekil dururken siyasi davaların bilirkişisini ifşa etme görevini CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı İmamoğlu üstleniyor. Partisi bu çıkışa ortak olmayarak konunun kriminalleşmesine izin veriyor. Tüm bunlar yaşanırken CHP Genel Başkanı, ne zaman yapılacağı hatta yapılıp yapılmayacağı belli olmayan Cumhurbaşkanlığı Seçimleri için parti içi ön seçim yapılacağını açıklarken, bir diğer olası aday olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı (ABB) Başkanı Mansur Yavaş da gazeteciler aracılığıyla ön seçimin parti üyesi olmayanları da kapsaması gerektiğini iletiyor.
Kırmızı kart vakasını ve onlarca garip görüntüyü saymaya gerek yok. İktidar vuruyor, kırıyor, dövüyor. Muhalefetin yaptıkları ise muhalefetten başka her şeye benziyor.
Peki neden şimdi?
AKP iktidarının baskıcı karakteri hiçbirimiz için sır değil. Emperyalistlere ve büyük sermayeye hizmet eden karşı-devrim sürecinin ana lokomotifi olan bu parti elbette karşısında hiçbir itiraz istemiyor.
Ancak bu durum 22 yıldır aynı. Bugün artan saldırıların ve dağınıklığın nedenini anlamak için tablonun bütününe bakmak gerekiyor.
AKP, 2002 yılında iktidara Türkiye’nin içinde bulunduğu karşı-devrim sürecini yönetmek için geldi. Görevleri kamu mallarının yerli ve yabancı sermaye tarafından sorunsuzca yağmalanmasını sağlamak, Cumhuriyet’in son kalıntılarını da tasfiye etmek ve Orta Doğu’da emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmekti.
İlk 10 yıl, ABD’nin Irak İşgali öncesinde çıkan tezkere krizi gibi birkaç örnek dışında neredeyse pürüzsüz geçti. Karşı-devrim süreci kimi zaman havuç kimi zaman da sopa ile yürütüldü. Aynı dönem dünyada yaşanan döviz bolluğu toplumsal rıza üretmeyi kolaylaştırırken, sürece ayak direyen unsurlar düzmece davalarla ve polis baskısıyla sindirildi.
Sorunları başlatan ise Arap Baharı süreci ve AKP’nin Suriye’de üstlendiği rol oldu. Her türlü müdahaleye karşın Suriye’de iktidarın yıkılmaması AKP’nin emperyalist Batı açısından işlevinin tartışmaya açılması için yeterliydi. Gezi Parkı’na polis saldırısının ardından başlayan Haziran Direnişi, iktidarın toplumsal desteğinin göründüğü kadar güçlü olmadığını açığa çıkarmış oldu.
Günümüze kadar süren bu dönemde iktidarın hem emperyalist merkezlerle hem de burjuvazinin kimi unsurları ile ilişkileri belirli bir sürtünmeye sebep oldu. Hatta kimileri bu sürtünme durumunu abartarak AKP’nin “Batı demokrasisi”nden koptuğunu söyleyerek eski güzel AKP’nin arkasından ağıtlar yakarken kimileri de iktidara yanaştıklarını “iktidar bizim cephemize geldi” diyerek ilan etti.
Oysa yaşananlar olsa olsa bir tür senkron kaymasıydı. AKP yine gericiydi, yine emperyalizme bağlıydı, yine karşı-devrimin partisiydi. Ancak iktidarın güncel ihtiyaçları ile ondan o anda beklenenler her zaman uyuşmayabiliyordu.
Örneğin iktidarda kalmak için ekonominin kendi deyimleri ile biraz “heteredoks” yönetilmesi ya da daha doğrusu seçim ekonomisi yürütülmesi gerekiyordu. Kazanan yine sermaye sahipleri oluyordu ama alışılmış yöntemler izlenmiyordu.
AKP, Türkiye’yi istekleri üzerine göçmen deposu haline getirmişti getirmesine ama ülkenin başındakinin “kafası atınca” Batı sınırını açmakla tehdit edebiliyordu onları.
Batılı efendiler bu öngörülemezliği sevmediler. Ancak onların fevri çıkışlar olarak değerlendirdiği hamleler aslında hizmetkarlarının iktidara tutunmasının bir yoluydu sadece.
Şimdi ikinci Trump dönemi başlıyor ve Türkiye’nin arızası gibi görülen durumun bir tür öncü gösterge olduğu daha net anlaşılıyor. Erdoğan’ın alışılmışın dışındaki tarzı, karşı-devrim sürecinin nasıl bir yönetim ortaya çıkaracağının ön gösterimiydi sadece.
Mehmet Şimşek eliyle yürütülen ekonomi politikaları gerçeği görünür kılıyor: Eğer seçim yoksa kime hizmet ettiğini gizlemeye de gerek yok! Kemer sıkma politikaları hem yoksulluğu hem de işsizliği artırıyor, Türkiye “yabancı yatırım” adı altında daha büyük bir yağmaya ve daha yoğun bir emek sömürüsüne itiliyor.
Ve Suriye… Sürtünmenin başladığı yer bitişinin de ilanı oldu. Modern Suriye’nin son kalıntısı da ortadan kaldırılırken Filistin Direnişi sakatlandı, İsrail genişledi, İran üzerindeki emperyalist kuşatma güçlendirildi. Orta Doğu’da emperyalistlerin en yüksek çıkarları yine AKP eliyle hayata geçirilmiş oldu.
Şimdi iktidar saldırıyor. Tam da emperyalistler ve büyük burjuvazi için işe yararlılığını yeniden kanıtlamışken…
Ya dağınıklık?
Karşı cephe de aynı süreçler tarafından belirlendi. Madem bir tür senkron kayması ve sürtünme vardı. Sorun buydu ve iddia bunu gidermek olmalıydı.
Muhalefet cephesi bir bütün olarak bu iddiaya kuruldu. Tek konu AKP’nin öngörülemezliğiydi ve hedef “demokratik Batı” ile tam uyum olmalıydı. Elbette onların istediği şartlarda bir uyum.
Önce AKP’ye tepkili olan halkın sokaktan çekilmesi gerekiyordu. Ne de olsa halk kitleleri AKP’den bile çok daha öngörülemezdi. AKP’ye karşı mücadele ederken başka düşmanlarının da farkına varabilir, kendileri için tek çıkar yolun hepsini birden sepetlemek olduğunu kavrayabilirlerdi.
Sokak eylemleri, kitlesel protestolar hızlıca itibarsızlaştırıldı. Parola şuydu: “Aman ses çıkarmayın, AKP’ye yarar”.
İktidar eliyle yürütülen yoksullaştırma politikaları sözde karşıya alınırken talep “rasyonel ekonomi” idi. Faiz oranları üzerinden bir tür cambaza bak oyunu oynanırken sömürünün üstü bir güzel örtüldü. Yabancı sermaye cici bir demokrasi ile birlikte gelecek, tüm dertler bitecekti.
Düzen muhalefetinin her konuda bir masalı vardı. AKP’nin laikliğe yönelik bitmek bilmez saldırıları toplumda büyük rahatsızlık yaratırken muhalefet tepkileri dindirmekle meşguldü. Gericilikle helalleşmek çözümdü.
AKP’nin düzeni krizlerle boğuşurken düzenin muhalefeti konunun bir numaralı muhatabı olan halkı siyasal alanın dışında tutmayı başardı.
Tarihin cilvesi, bu “başarı” AKP’ye yaradı. AKP’den onun düzenini devralma projesi başka bahara kaldı.
Rasyonel ekonomi isteyenlere gökten Mehmet Şimşek indirildi. Özellikle AKP eskisi Babacan ve İYİP muhalefetin tabanını neye ikna ettiyse bizzat AKP eliyle hayata geçirilmeye başlandı.
Suriye’yi gericilerin ele geçirmesi ise bu konuda iddialı bir başka eski AKP’li olan Davutoğlu’nun partisinin tek iddiasını da elinde aldı.
Sürtünmenin bitmesi düzen muhalefetinin siyasal zeminini ortadan kaldırdı, olan ise bu hedefe ikna edilen halka oldu.
Halk bu süreçte örgütsüzleştirilip gericiliğe ve sömürüye alıştırılırken düşünsel olarak da silahsızlandırıldı.
Haliyle elde kala kala kariyer hedefini gerçekleştirmiş bir genel başkan ve Cumhurbaşkanı olma hedefi dışında siyasal olarak ne istediği belli olmayan iki belediye başkanı kaldı.
Yeni bir kulvar zorunlu
Düzen muhalefetinin bu yönde tüm çabalarına karşın yine de iktidar açısından her şeyin kolay olacağını düşünmek doğru değil.
Birincisi mevcut dağınıklık iktidarı şimdilik rahatlatsa da düzen muhalefetinin “uyuşturucu” etkisinin dağılmasının halkta yaratacağı karşılığı önemsemek gerekiyor. Her güne daha da yoksul uyanan yığınlar türlü türlü felaket karşısında yalnız bırakılırken bunlara karşı hiçbir tepkinin birikmediğini düşünmek saflık olur. Zaten AKP’nin dönüp dönüp konuyu Gezi’ye getirmesinin altında da buna dönük bir bilinç ve korku yatıyor.
Bir diğeri ise düzenin tüm kriz ve gerilim kaynaklarının yerli yerinde duruyor olması ile ilgili. Örneğin Suriye ortadan kaldırıldı ama bu durum, onun nasıl paylaşılacağına ilişkin yeni bir soruyu da gündeme getirdi. Ya da Trump’ın yeniden iktidara gelmesini ele alalım. Bu durum AKP tarafından mutlulukla karşılandı ancak ilk büyük döviz krizinin Erdoğan ve Trump arasındaki rahip Brunson kriziyle çıkmış olduğunu unutmamak gerekiyor. İktisadi kriz de Türkiye’ye özgü değil. Kapitalist dünya iktisadi açıdan pek de stabil bir dönemden geçmiyor. AKP’nin devlete doldurduğu envai çeşit tarikatın ve çete mensubunun her daim rahat durması da beklenemez.
Yeni krizlerin de karşı-devrim tarafından aşılmasını engellemenin yolu ise toplumun gerçek çıkarlarını temsil eden yeni bir kulvarın ortaya çıkması ve güçlenerek alternatif haline gelmesi.
Öncelikle süreçte siyasetin dışına itilen ilk unsuru, yani halkı yeniden ayağa kaldırmak gerekiyor. Yalnızca “bize güvenin” demekle yetinmeyen, halkın bizzat kendisinin mücadele edeceği araçları yaratan bir siyaset tarzına ihtiyaç var.
Ve gerçek sorunlara gerçek çözümler…
Türkiye’de yoksulluk sorununun nedeni “başarısız ekonomi yönetimi” değil, sömürünün başarı ile sürdürülmesidir. O halde sömürüye karşı emeği ile geçinen yığınların talepleri siyasal alanda yer bulmalı.
Gericiliğe karşı toplumsal alerji bir tür hastalık değil sağlık göstergesidir. Toplumun neredeyse tamamının tepkisini çeken tarikatlara karşı net bir mücadele çizgisine ihtiyaç var.
Emperyalizmin etkileri yaşamın her anında halkın önüne çıkıyor. Göçmen sorunu dahil birçok siyasi, iktisadi, ideolojik ve askeri saldırı doğrudan doğruya emperyalist merkezlerin belirleyiciliğinin bir sonucu. Emperyalist tahakküme karşı mücadelenin yükseltilmesi birçoklarının fark etmediği kadar yaşamsal.
İktidarın baskısının da ortaya çıkan dağınıklığın da tek çözümü bu. Eğer böyle bir çizgi belirginleşip AKP’nin karşısına gerçek bir kuvvet olarak çıkabilirse o zaman sömürücüler üstünde baskıyı kuran halk, her türlü dağınıklığı yaşayan ise karşı-devrimci güruh olacaktır.