Suriye’de 14 yıla yakın süredir devam eden emperyalist operasyon, 8 Aralık itibariyle resmen hedefine ulaşmış oldu. Bölgede ABD-İsrail planlarına direncin önde gelen unsurlarından Suriye’de Baas yönetimi kesin olarak sona erdi. Sovyet varlığının yarattığı dengede kendisine yer açan ilerici ve anti-emperyalist bir akım olarak Arap sosyalizminin son iktidar deneyimi tarihe karıştı.
Emperyalist merkezler ve AKP iktidarınca yaratılmak istenen algı, gerçeklikle bağdaşmıyor. Suriye’de Esad yönetimi iddia edildiği gibi halkına yönelik baskılar ve insan hakları ihlalleri nedeniyle değil, İsrail’e karşıtlığı ve Filistin direnişine aleni desteği nedeniyle hedefteydi. Sahaya sürülen cihatçı çetelerin motivasyonu da Arap dünyasında laikliğin en ileri örneklerinden birini toplumsal tabanıyla beraber tasfiye etmek ve Suriye’yi yağmalamaktı.
Suriye’yi kaosa götüren süreç, dış destekli uluslararası cihatçı şebekelerinin kanlı provokasyonları ve emperyalist merkezler ile bölgedeki işbirlikçilerinin bitmek bilmeyen düşmanlığıyla tamamına erdirildi.
Operasyonun kaynakları
Suriye’de yaşanan yıkım, 2010-11 dönemecinde başlayan “Arap Baharı” sürecinin emperyalist merkezlerce manipüle edilmesine yönelik daha geniş ölçekli bir operasyonlar dizisinin parçası olarak gündeme geldi.
2010 yılı Aralık ayında Tunus’ta genç işportacı Muhammed Buazizi satış yapması engellenerek şiddet görmüş, bunu gururuna yediremeyerek canına kıymıştı. Bu acı olayın ardından zaten yönetime tepkili olan Tunus halkı yoksulluk ve adaletsizliklere karşı kitlesel protestolar düzenlemiş; çok sayıda Tunuslu, polis şiddetiyle yaşamını yitirse de eylemler sürünce diktatör Bin Ali Ocak 2011’de ülkeyi terk etmişti. Tunus’ta iktidar değişikliği getiren eylem dalgası diğer Arap ülkelerine de sıçrayınca “Arap Baharı” adı verilen süreç başlamış oldu.
Eylemlerin biçimi ve sonuçları her ülkede farklı farklı oldu. Keza uluslararası güç odaklarının yaklaşımları da…
Örneğin Mısır’da Tunus’a görece benzer şekilde halk eylemleriyle başlayan süreç Şubat 2011’de ülkeyi 30 yıl yöneten Hüsnü Mübarek’in istifasıyla sonuçlanmış, Batılı ülkelerin BM Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Muhammed el-Baradey’i öne çıkarma girişimleri sonuçsuz kalınca yapılan seçimleri Müslüman Kardeşler (İhvan el-Müslimin) adayı Muhammed Mursi kazanmıştı. Toplumsal dinamiklerin ve siyasi canlılığın görece sınırlı olduğu Libya’da ise Baas modeliyle kimi benzerlikler taşıyan Muammer Kaddafi liderliğindeki “sosyalist cemahiriye”nin tasfiyesi için bir bölümü geçmişte Kaddafi’yi destekleyen aşiret unsurları ve yabancı paralı askerler devreye sokulmuş, Ekim 2011’de iç savaşı kaybeden Kaddafi paralı askerlerce işkence edilerek katledilmişti.
Suriye’ye yönelik operasyon, Mısır ve Libya’da iktidarları değiştirebilen unsurların bir araya getirilmesine dayanacaktı: İhvancılar, uluslararası cihat şebekeleri, devşirilmiş eski devlet kadroları…
Cisr el-Şuğur: Suriye’de ilk katliam
Arap Baharı’nın etkileri Suriye’de Mart 2011 itibariyle gözlemlenmeye başladı. Şam’ın güney batısında İsrail sınırına yakın Dera bölgesinde başlayan büyük çaplı protesto gösterileri polis şiddetiyle bastırılmış, eylemler buna rağmen devam etmişti. Ancak Tunus’ta yoksulluğa ve yolsuzluklara karşı yapılan meşru halk eylemlerine benzer örnekler yanında gerici provokasyonlar da sürecin başından itibaren gözlemleniyordu.
Daha Mart-Nisan 2011 aylarında barışçıl eylemlerin yanında İhvancı ve selefi gruplar tarafından güvenlik güçlerine yönelik silahlı eylemler de yapılıyor, meşru protestolara ek olarak cami çıkışlarında “Aleviler tabuta, Hıristiyanlar Beyrut’a” sloganlarının atıldığı gerici provokasyonlar yaşanıyordu. “Suriye muhalefeti” hızlıca söz konusu gerici unsurların hegemonyasına girerken Batılı emperyalistlerin kışkırtmaları ve medya savaşları da yoğunlaşıyordu. ABD ve İngiltere henüz kayda değer bir gelişme yaşanmamışken eş zamanlı olarak “iç savaş” olasılığını gündeme getirerek gerilimi yükseltmeye başlamıştı. Suriye’ye yönelik saldırganlıkta vites artışını getirecek olan Cisr el-Şugur katliamı da bu koşullarda gerçekleşti.
6 Haziran 2011… Geçmişte İhvan’ın kalesi olarak bilinen ve 1980’de İhvancıların silahlı ayaklanma başlattıkları Türkiye sınırı yakınlarındaki İdlib’in Cisr el-Şuğur kasabasında İhvan ve El-Kaide bağlantılı gruplar şehre saldırdı. Güvenlik güçlerine pusu kuran ve kamu binalarına saldıran cihatçı oluşumlar 120 Suriye askerini katletti. Onlarca askerin cansız bedeni toplu mezarlarda bulunurken öldürülen askerlerin bir bölümünün Asi Nehri’ne atıldığı iddia edildi.
Cisr el-Şuğur katliamı, Suriye’ye yönelik emperyalist operasyonun tüm unsurlarıyla görünür hale geldiği bir uğrak oldu. Suriye ordusunun katliamın ardından kasabaya başlattığı operasyon “muhalif” cihatçılarca dünyaya “katliam” olarak duyuruluyor, ordunun sivil halkın barışçıl gösterilerine silahla karşılık verdiği iddiaları dolaşıma sokuluyordu. Batı medyasının ve bu arada AKP güdümlü ülkemiz medyasının balıklama atladığı bu iddia, Şam hükümetince aksi kanıtlandığı ve olaydan bir yıl kadar sonra bu kanlı eyleme katılan kimi militanlarca da dış basına verilen röportajlarda itiraf edildiği halde maksat hasıl olmuştu. Suriye hükümetinin sivil halka karşı katliamlar yaptığı, barışçıl eylemlere silahla karşılık verdiği için eylemlerin radikalleştiği algısı yaratılmış, Suriye’ye yönelik uluslararası kuşatmanın ve bu arada içerideki silahlı gruplara yönelik dış desteğin gerekçesi imal edilmişti.
Suriye’nin iç işlerine yönelik müdahalelere “iç savaş” bahanesi kazandırmak ve emperyalizmle uyumlu bir iktidar seçeneği yaratmak için sıra bunun örgütsel ayağını yaratmaya gelmişti. Suriye ordusunda görevli albay Riyad el-Esad liderliğinde firar eden bir grup asker ile İhvancıların içinde olduğu İslamcı gruplar bir araya gelerek 30 Temmuz 2011’de çatı örgüt Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) kuruluşunu ilan etti. İlerleyen zamanda Wikileaks belgeleri, ÖSO’nun gerek emperyalistler gerekse AKP’nin de aralarında olduğu işbirlikçi bölge iktidarları tarafından desteklendiğini ortaya koyacaktı.
Beyaz Miğferliler’den Britanya merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne ve uluslararası medya devlerine pek çok unsurun devreye girdiği medya savaşları da bu sürece eşlik etti. Peş peşe dolaşıma sokulan dehşet verici “rejim güçleri katliamı” fotoğraf ve videolarının stüdyo ortamında çekildiğine dair kamera arkası görüntüleri birer ikişer sızsa da Suriye’ye karşı medya bombardımanı hız kesmedi. İlgili kurumlar muteber sayılmaya devam edildi. Aslolan gerçeğin kendisi değil, Suriye’nin tasfiye edilmesi hedefiydi.
Suriye’den Türkiye’ye yönelik ilk göç dalgası, Haziran 2011’deki Cisr el-Şuğur katliamıyla başladı. Katliam ve devamındaki silahlı çatışmalardan kaçan halkın barındırıldığı Hatay Yayladağ’daki ilk çadırkent ise, ne hikmetse daha Nisan 2011’de kurulmuştu. Cisr el-Şugur katliamı sonrası Yayladağ ve Reyhanlı’daki ikişer adet çadırkente ek olarak Cilvegözü Sınır Kapısı yakınlarına beşinci bir çadırkent daha kuruluyordu. Ortada hiçbir şey yokken yapılan bu kadar hazırlığın bir anlamı olmalıydı.
AKP iktidarı olacaklardan haberdar olmak bir yana, bunlarda bizzat pay sahibiydi. Gerek ÖSO’nun kuruluşunda gerekse Cisr el-Şuğur’da saf değiştirerek silahlı muhalefete katılan Suriye askerlerinin devşirilmesinde de istihbarat desteği sağlıyordu. Yayladağ’daki çadırkent ve sınır bölgesinde kurulan pek çok sığınmacı kampı, insani amaçlardan ziyade Suriye’ye karşı kullanılan cihatçı örgütlerin karargahı olarak işlev görüyordu. AKP ikidarı Türkiye topraklarını Suriye’de şeriatı hedefleyen silahlı grupların kamp kurduğu, silah aldığı, yaralanan militanların hastanelerde tedavi gördüğü bir lojistik destek mekanına çevirmişti. Emperyalist merkezlerin İsrail karşısında oluşturduğu direnç nedeniyle rahatsız olduğu Suriye, AKP dahil bölge gericiliği açısından ise mezhepçi ajanda ve yayılmacı niyetler doğrultusunda hedef alınıyordu.
Sahada atılan düşmanca adımları buna uygun resmi adımlar izledi. 9 Ağustos 2011’de Şam’a giderek Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’la altı buçuk saatlik bir görüşme yapan dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tehditkar bir üslupla “Görevden çekil” diyecek, bunu 18 Ağustos’ta dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın istifa çağrısı izleyecekti. Eylül ayında ise Başbakan Erdoğan, Mısır ziyaretinde Esad’ı “halkına kurşun sıkmakla” itham edecekti. Türkiye ve Katar, Suriye muhalefetinin siyasi temsilcilerinin toplanma merkezlerine dönüşmüştü.
Bugün Batı medyasında “çeşitlilik dostu,” “çevreye ve azınlıklara saygılı” gibi yakıştırmalarla imaj çalışması yapılan Heyet Tahrir-ü’ş-Şam (HTŞ) lideri Colani de bu süreçte Suriye halkına kan kusturan cinayet şebekelerinden birinin elebaşı olarak öne çıktı.