14 Mayıs seçimleri yaklaşırken Cumhur ve Millet ittifakı kurmaylar düzeyinde ekonomik program tartışıyor. AKP genel başkan yardımcısı Nurettin Canikli sosyal medyada yayımladığı yazısında altılı masayı imf’cilikle suçladı. Muhtemel bir Millet ittifakı seçim zaferinde ekonomiyle ilgili ciddi sorumluluklar üstlenmesi beklenen İyi Parti genel başkan yardımcısı Bilge Yılmaz ise bir yandan imf’cilik suçlamalarını kesin bir dille reddederken diğer yandan temsil ettiği ittifakın yabancı sermaye davetçisi olduğunu kabul ve ifade etti. Canikli-Yılmaz tartışması özelinde iki ittifakın ekonomi programına bakalım.
Yabancı sermaye davetçiliği
Yılmaz’a göre Millet ittifakı iktidarında imf’ye gerek kalmaksızın “iç ve dış piyasalara güven veren bir programla” yabancı sermayeye “güven, tutarlılık ve şeffaflık” sağlanarak ülkenin ihtiyaç duyduğu mali kaynaklar “uygun koşullarda rahatlıkla” sağlanabilir. Bir yandan ekonomik istikrar temin edilirken diğer yandan da dar gelirli yurttaşların refahını korumak mümkün.
Peki, mümkün olan dünyaların en iyisine hangi yollarla erişeceğiz? “Doğru para ve maliye politikaları” uygulayarak TL üzerindeki baskılar azaltılacak, “döviz piyasalarında normalleşme” sağlanarak Merkez Bankası’nın uluslararası rezervlerinde kademeli iyileşme sağlanacak.
Bütün bu süslü cümlelerin içinin boş olduğunu söylememize gerek var mı? Risk priminin 530 baz puanda dolaştığı, bir yıl içinde ödenmesi gereken dış borçla tahmini cari açık toplamının kabaca 200 milyar dolar olduğu, buna karşılık swap hariç Merkez Bankası net döviz rezervinin eksi 44 milyar dolar seviyelerine gerilediği bir ülkede küresel fonların süslü cümlelerden daha fazlasını duymaya ihtiyacı var. Zira AKP’li cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bırakacağı iktisadi enkaz yabancı sermayenin iştahını kabartacak cinsten değil.
O halde, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Londra’dan “temiz finansman” bulma sözleri de aynı şekilde mesnetsizdir.
Yılmaz ve altılı masanın iktisatçıları, hukukun üstünlüğünün ve demokratik normların tesis edilmesiyle birlikte; tasarruf yetersizliğiyle malul Türkiye ekonomisine kalıcı finansman ve teknolojik transfer sağlayacak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının akacağını beklemektedirler. Ancak yabancı sermayenin yatırım yapmak için aradığı şartlara dair büyük bir yanılgı içerisindeler.
Son 20 seneye bakıldığında 2006, 2007 ve 2008 yıllarında yabancı sermaye yatırımlarının yıllık bazda net 20 milyar dolarlık girişlerle zirve yaptığı görülmektedir. Bu dönemin önemli bir özelliği AKP’nin ilkel birikim stratejisi izleyerek TÜPRAŞ, PETKİM, Türk Telekom, Petrol Ofisi, Erdemir gibi kamu varlıklarını yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmiş olmasıdır. AKP bu dönemde 50 milyar doları aşkın bir özelleştirme yapmıştır. Doğrudan yatırımların özelleştirme taksitlerinin tahsil edildiği yıllarda zirve yapması tesadüf değildir; zira yabancı sermaye geri kalmış ülkelere kamusal varlıkları yağmalamak için gelir. Bu yıllardan sonra doğrudan yabancı sermaye girişleri yavaşlamaya ve ağırlıkla gayrımenkule kaymaya başlar çünkü özelleştirilmeye değer olan kamusal varlıkların büyük çoğunluğu bu dönemde satılmıştır.
Geriye spekülatif sermaye girişleri kalmıştır. Bunlar için en önemli kriterler ne yazık ki güçler ayrılığı ilkesi ve güçlendirilmiş parlamenter sistem değildir; devlet borçlanma senetlerine ve borsadaki hisse senetlerine yönelen portföy yatırımları TL cinsinden yüksek getiriye (faiz, temettü, sermaye kazancı) ve bu getirilerini dövize çevirip yurtdışına transfer etme garantisine bakarlar. Halkın demokratik standartlara göre idare edilip edilmediğine bakmazlar.
O halde, altılı masa ortaklarının yabancı sermayeye dair kurduğu düşlerin sükutu hayalle sonuçlanması yüksek ihtimaldir. Özellikle ABD merkez bankası FED’in sıkı para politikalarına kararlılıkla devam edeceği mesajını verdiği, Batı bankacılık sektöründe yaşanan panik nedeniyle küresel fon yöneticilerinin riskten kaçınma, güvenli limana sığınma eğilimlerinin şiddetlendiği bir dönemde Batıdan temiz kredi ummak aç tavuğun kendini darı ambarında zannetmesine benzetilebilir.
Dinime küfreden bari müslüman olsa
Diğer taraftan Canikli’nin altılı masanın sözde imf’ci programını ezbere bilmesi de manidar; zira eleştirdiği kendi partisinin 2003 programından başkası değildir.
Canikli’ye göre altılı masanın müstakbel imf anlaşmasından önce büyük bir devalüasyon yapılacak ve ardından faizler yukarı çekilecek; imf anlaşmasının sağlayacağı uluslararası itibarla sıcak para girişi yaşanacak, Merkez Bankası’nın döviz rezervleri güçlendirilecek ve faiz dışı fazla uygulayarak kamu borçlarının geri ödemesi garanti altına alınacak. Sıcak para girişleriyle TL döviz karşısında değer kazanacak, ithalat patlaması yaşanacak, yerli üretim ithalatla rekabet edemeyerek ekonomi sanayisizleşecek, büyüyen cari açıklar ödemeler dengesi krizi riskini arttırarak sermaye kaçışlarına neden olacak. Evet, Canikli’nin altılı masayı itham ettiği ekonomik senaryo bu. Bu tam olarak AKP’nin Kemal Derviş’ten miras alıp 2013 yılına kadar harfiyen uyguladığı programın kendisi.
1975’ten 2002’ye kadar toplamda birikimli olarak sadece 40 milyar dolar cari açık veren Türkiye, AKP’li yıllarda toplamda 611 milyar dolar cari açık vererek yabancı sermayeye bağımlı kırılgan bir ekonomi olma yolunda kuantum sıçraması gerçekleştirmiştir. Milli gelirin yüzde 10’una ulaşan 75 milyar dolarlık cari açığın verildiği 2011’de imalat sanayisinin milli gelirden aldığı pay yüzde 15’e gerilemiştir. Karşılaştırma olsun; 90’lı yıllarda cari açık milli gelirin yüzde 1’i kadarken imalat sanayisinin milli gelir pay yüzde 22’lerdedir. Cari açık, sıcak para, sanayisizleşme; Canikli’nin bir nefeste altılı masayı bunlarla suçlaması şizofrenik bir vaka arz etmektedir.
Altılı masayı deprem harcamaları için yüzde 6 faiz ödeyip imf’den borç alma arayışında olmakla suçlayan Canikli’nin partisinin başında olduğu Hazine daha iki hafta önce 6 yıl vadeli 2.25 milyar dolarlık dolar cinsinden borca yüzde 9.5 faiz ödeyeceğini duyurdu. Altılı masa politikalarının değerli TL ve yüksek cari açık yaratacağını iddia eden Canikli’nin partisinin üretim, ihracat ve istihdam parolasıyla ilan ettiği Türkiye ekonomi modeli enflasyonu patlatıp sermaye ve kambiyo kontrolleriyle kuru baskılayınca cari açık Şubat ayında 10 milyar dolar sınırına dayandı ve daha da kötüsü Merkez Bankası açığın tamamını döviz rezervlerini satarak finanse etti. Altılı masayı imf’ye siyasi tavizler vermekle suçlayan Canikli ve partisi merkez bankasına dolar mevduatı plase eden Suud kralına ve Birleşik Arap Emirlikleri şeyhine hangi tavizlerin verildiğini açıklamakla mükelleftir.
Sonuç yerine
Yılmaz’ın temsilcisi olduğu altılı masanın iktisadi programını 2003 AKP’sinin programından ayırmak güçtür.(1) Sıkı para politikalarıyla milyonlarca emekçinin daha işsiz bırakılacağı, yabancı sermaye davetçiliğiyle ülke kaynaklarının emperyalist tekellere peşkeş çekileceği ve emperyalizme bağımlılığın katmerleşeceği bir programın emekçi halka umut olması mümkün değildir.
Canikli’nin temsilcisi olduğu AKP iktidarı ise grev yasaklarıyla, yüksek enflasyonla işçi sınıfını ezen, emeğin milli gelirden aldığı payı sadece üç yılda 7.6 puan azaltarak yüzde 23.7’ye gerileten emekçi halk düşmanı bir karaktere sahiptir. Kur korumalı mevduatlarla döviz zenginlerine on milyarlarca liralık servet transferi gerçekleştirerek vergi gelirlerinin yalnızca kamu harcamalarında kullanılabileceğine dair anayasa hükmünü çiğneyen gayrı-meşru bir sermaye partisidir.
Türkiye işçi sınıfı bu iki burjuva ittifak arasındaki körler ve sağırlar diyaloğuna kulak asmayacak, kendi yolunda iktidar yürüyüşüne başlayacaktır.
Sait Çakır
(1) Okam İrtem, Akp’nin daralan siyasi tabanı, Jurnal Türkiye, https://jurnaltr.com/akpnin-daralan-siyasi-tabani/