İrlandalı yönetmen Martin McDonagh’ın 2022 yapımı, yönetmenliğini ve senaristliğini yaptığı Banshees of İnisherin İrlanda İç Savaşı’nı anlatan bir film. İrlandalı oyuncu kadrosu ile başrollerde Collin Farrell (Patriac) ve Brendan Gleeson (Colm), Kerry Condon (Siobhan) ve Barry Keoghan (Dominic) gibi isimleri görüyoruz. Filmin adını ‘İnisherin’nin Ölüm Perileri’ diye çevirebiliriz. Normalde peri sözcüğü bizde hep olumlu bir çağrışım uyandırır fakat ölüm perisi burada Azrail’i çağrıştırıyor ve bir kehaneti haber veriyor ta en başından. Filmin başlarında Dominik’in elinde taşıdığı kancalı sopa, tıpkı Çehov’un duvarda asılı silahı gibi bir semboldür. Dominik, Patriac ile konuşurken bu sopayı gösterip “Ne işe yarar bu?” diye sorar. Evet, o kanca Azrail’in kancasıdır. Kehanet ve ölümlerin habercisidir. Film sonlarında bu kancayı ölüm haberi getiren kahin kadının elinde görürürüz. Film İrlanda’nın batı kıyısı olan Galway’deki “hayali” bir adada geçmekte. 1920’lerin ilk yıllarından başlayarak İrlada İç Savaş’ı dönemlerine rastlayan bir zamansallığa sahip. İrlanda İç Savaşı, Birleşik Krallık’tan kısmen bağımsız; yani Birleşik Krallık içinde bir varlık olan ve hâlâ kraliyet yemini ettirilen Özgür İrlanda Devleti’nin kurulmasına eşlik eden bir çatışmaydı. Anglo-İrlanda antlaşmasıyla fiili olarak Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye bölünen İrlanda, 1921’de yürürlüğe giren İrlanda Hükümet Yasası ile yasal olarak da bölünmüştü. Fakat McDonagh’ın filmde İrlanda İç Savaşı gibi tarihsel ve toplumsal bir meseleyi, bir adadaki iki yalnız adam arasındaki kişisel bir tartışmaya indirgemesi, tarihi olağanüstü bir şekilde basitleştirmiş ve ajite etmiştir. Tabi sadece bununla da kalmamış, tarihsel bir meseleyi bireylerin özel yaşamları üzerinden aktardığı için tarihe sorunlu bir yerden bakmıştır. Bu günden bakıp olayların tarihsellikle bağı koparılmış. Geçmişin izlerini silikleştirmeye ve hafızasızlaştırmaya dönük bir anlatı inşa ediliyor. Nasıl mı? İnsanlar gündelik hayatın sınırlı işleriyle meşgul ve her şey rutin, normal işleyişinde devam ediyor. Ta ki iki dost olan Colm Doherty ve Pádraic Súilleabháin ikilisinin birdenbire anlam vermediğimiz çatışması başlayana kadar. İşler ilerlerken aslında iç savaşın yoğun yaşandığı ana karadaki savaşı hiç görmeden, sadece top ve tüfek seslerini uzaktan duyarak, bu küçük kasabadaki yansımalarını, bu ikilinin bozulan ilişkisi üzerinden izlediğimizi farkederiz. Kentlerde olup bitenden bir haber olan bu küçük ada yerleşkesinde, savaştan çok az bahsedildiğine şahit oluyoruz. İşin ilginç yanı, bu küçük kasabada, düşüp kafanı yarsan bilmek isteyecek kadar yeni bir şeyler duyma ihtiyacı içersindeki kasabalılar, bu kadar monoton ve sıkıcı günlük yaşamda, bizzat İrlanda’nın geleceğini ilgilendiren savaşı yeterince önemli bir gündem olarak görmüyor ve ilgilenmiyorlar. Oysa bu kasabada herkes yeni, farklı bir şeyler duymak ister çünkü yeni bir şey yoktur. Herkes her şeyi bilir, burada haberler tez yayılır; o yüzden kulak kabartan, meraklı gözler olağandışı şeyleri hemen farkeder. Bu çelişki ulu orta dururken daha da ilginci, küçük bir ada ülkesi olan İrlanda’nın neredeyse her kentine sıçrayan bir savaş varken, bu kasabamızda nasıl oluyorsa insanların hayatları hiçbir sekteye uğramıyor, tedarik zincirinde bir sorun yaşanmıyor. İnsanlar pazar ayinlerine gidiyor, gündüz tüm işlerini yaptıktan sonra akşamüzeri puba içmeye ve gevezelik etmeye gidebiliyorlar. Konuşulan mevzular gündelik, sıradan ve benzerdir. Dolayısıyla yalıtık, uzak bir kasaba kurgusu İrlanda’nın somut durumuyla örtüşmeyecek kadar çarpık.
Film, iki dostun çatışması üzerinden İrlanda İç Savaşı ile analojiler kurarak metaforik bir anlatımla güçlü ideolojiler inşa ediyor. İnsanı birbirine düşüren tüm ideolojilerin, tüm savaşların kötü ve haksız olduğunu vurguluyor. Ve iyi olana dair ne varsa, ideolojilerin bunları yıktığına dair bir anlatı etrafında şekilleniyor. Ve duyguların yükseldiği bir sahnede Pátriac şöyle der: “Annem iyi biriydi ve ben onu hatırlıyorum, babam da öyleydi, onu da hatırlıyorum. Kardeşim de iyi biri ve ben onu hayatımın sonuna kadar hatırlayacağım.” Neye inandığın, ne uğruna mücadele verdiğin değil mühim olan; mühim olan iyi biri olabilmek. Burada “iyi biri olmak” vurgusunu yapmaktaki amaç, bunun “siyasetler üstü” bir şey olduğunu söyleme çabasıdır aslında. Dolayısıyla, tüm ideolojilerin anlamsız, gereksiz ve kötü olduğunu vurgulayan diyaloglarla doludur film. Fakat bir yandan ideolojileri terk edelim derken diğer yandan bu anlatıyı kurarken dahi ideolojik bir müdahale yapılıyor aslında. Yani bu anlatıyı inşa ederken liberal bir ideolojiye yaslanıyor McDonagh. İrlanda İç Savaşı’nın çıkışını, basit ve belirsiz sebeblere indirgeme ve geçmişi çarpıtma çabası hakim. Burjuva liberal ideologlarının üzerimize boca ettiği o sihirli mesaj yineleniyor: “Hiçbir savaş haklı değildir.” Pátriac’in sahilden silah sesleri duyunca ana karaya doğru bakıp “Bol şans! Her ne için savaşıyorsanız artık” vurgusu, tam da bunu doğrulayan cinstendir. Bunu bu şekilde kurunca kaçınılmaz olarak, İrlanda Cumhuriyet yanlıları ve Sosyalistleri, Kraliyete bağlılık yemini eden, İngiltere’nin dominyonu olmayı kabul eden ve İrlanda’nın kuzeyini kendi kaderine terk eden Özgür İrlanda Devleti’nin karşısına neden dikiliyordu, dertleri neydi, sorusunu sormana gerek kalmıyor. Hatta bu mücadeleye, kavgaya ne gerek vardı gibi anlamsız bir tarafa çekiliyorsun. Film, o dönem İç Savaş’ta yapılan yanlışları tartışmaktan ziyade böyle bir misyon üstlenmiş. Ve “savaşa karşı olma” hali, kişileri o kadar haklı ve eleştirilemez bir konuma taşır ki; hele de insanlık tarihi boyunca çok fazla savaş görmüş ve yıpranmış hafızalar için bu türden anlatısı olan filmleri eleştirmek de neredeyse imkansızdır. Bu sayede festival işleri tadında, çokça beğeni ve ödül getirecek bir iş oluveriyor. “Barış” herkesin isteyeceği bir şeydir, dolayısıyla risksiz de bir iştir ve bu anlatının arkasına gizlenerek hepimizi oradaki ideolojiye ikna etmeye çalışıyor.
Bu film, İrlanda’yı sorunsuz, öfkesi ve devrimci yanı alınmış olarak yansıtıyor.
Peki başka bir soru; kasabalılar, İrlanda’nın geleceğini yakından ilgilendiren böylesi kritik bir savaşa nasıl kayıtsız kalabiliyordu? Bu tip yerlerde filmin yönetmeni hemen tarafsız kalma kozunu oynuyor. Ve “bu savaş bizim savaşımız değil” imajı yaratıyor. Kasabanın tüm o kayıtsızlık ve uzak kalma hali de bunun için yaratılmış gibi. Filmin en rahatsız edici yanı; İrlanda’nın tam bağımsız bir ülke mi olacağı yoksa Büyük Britanya’nın yarı sömürgesi olmaya ve mülk sahipleri tarafından daha da yoksullaşan bir İrlanda mı olacağı konusunda derin ayrılık ve çatışma yaşayan taraflar varken nasıl olur da bu Katolik İrlanda köylüsünü ve yoksulunu ilgilendirmez. Ve en korkunç yanı da mücadelenin sebebini, emperyalist-kapitalist savaşlarla eşitleme çabası. Tüm savaşlar kirlidir söylemiyle lanetleme torbasının içine sınıf ve ulusal bağımsızlık savaşlarını da atıyor. Dahası geçmişinden utanma ve bir şekilde unutturma çabasını gözlemliyoruz. Üstelik bu tarihsizleştirme, düzene sorun yaratmayacak ve düzenle uzlaşan insanı inşa etmeye yarıyor. Böylece egemen ideoloji devamlılığını sağlayabiliyor. Bu film, İrlanda’yı sorunsuz, öfkesi ve devrimci yanı alınmış olarak yansıtıyor. Kapitalizmin rahatsız olduğu her ne varsa onlardan arındıran, gayet makul ve çekici gösteren bu yanıyla da ülkenin turizmine katkı sağlıyor. İrlanda’nın sert coğrafyası ve kasvetli havası insanların ruh halini fazlasıyla etkiler. Filmde de yer yer bir hüzünden, umutsuzluktan bahsediliyor fakat yönetmen, bu karamsarlığa tam olarak neden olan şeyin ne olduğunu (yoksulluk mu, savaş mı, ama bunlar olamaz çünkü kayıtsızlık söz konusu izlediğimiz üzere), coğrafya üzerinden pek anlatamamış. Bize yansıyan mekan manzaraları ve İrlanda doğası, kaçmak, çekip gitmek istenen bir yer değil de orada olma arzusu uyandırıyor. Bu hüzün, umutsuzluk ve kasvet daha çok müziklerle verilmeye çalışılmış. Bir de anakaraya giden abla karakterimiz Siobhán’ın gönderdiği mektup ile: “Burada insanlar çok neşeli belki de İspanyollar burada olduğu içindir” cümlesi o hüzne sebep olan kasvetli, boğucu ada coğrafyasını açık eder. Kastedilen hüznün ve umutsuzluk halinin coğrafyaya özgü olduğunu ve insan psikolojisi, halet-i ruhuyesi üzerinde nasıl etkileri olduğunu vurgular. Yalnız dış dünyaları değil, iç dünyaları da hayli kasvetli ve kötümserdir; dolayısıyla delirme haline hatta intihara sebep olur; özellikle denizciler arasında yaygın olduğu bilinir. Yağmurlu, sisli ve soğuk olan ada doğasının o kasvetli ve korku uyandıran yanları yansır eski şiirlere. Dolayısıyla, İrlandalı şair William Butler Yeats’ın şiirlerine sıklıkla konu olan o hüznün, melankolinin sebebi ada coğrafyasıdır. Peki böyle bir coğrafya mı izledik? Kostümler de bize turist çekmenin ipuçlarını verir: 1920’lerin kıyafetleri ve yoksul yaşam biçiminden ziyade bu günün Keltik tüvit takımları, pahalı yelekleri ve yün kıyafetleri kullanılmış. Ülkenin turizmine katkısı bu denli önemsenirse haliyle ülkenin batı kıyısında – ki bugün dahi İrlandacanın hala konuşulduğu bu bölgede- yaşayan yerel halktan tek bir Galce cümle bile duyamayız. Direnişe dair de tek bir kare göremeyiz. Bu bir yanıyla bizim ülkemizde çekilen Kürt temalı filmlerde neredeyse hiç Kürtçe diyalog duyamamıza benziyor. Yani egemen ideolojinin hakim anlatısını ve hakim dilini bozmuyor. Lakin ulusal bağımsızlığını kazanmış bir İrlanda’nın aslında İç Savaş’taki kavgası tam olarak bunun olmaması için verilmişti. İrlanda, bağımsız bir ülke fakat İngilizce hakimiyeti anadili baskın bir şekilde eziyor. Ve maalesef tüm oyuncuların, yönetmen ve senaristin İrlandalı olduğunu hatırlarsak, tek başına bu durumu değiştirmeye yetmediğini görüyoruz.
İç Savaş meselesi o kadar incelikle işleniyor ki biz şuna ikna edilmeye çalışılıyoruz: Savaşlar birden patlak verir ve birden anlamsız bir biçimde insanlar birbirine düşman kesilirler. Dostunla, güvendiğin komşunla, en yakınındaki insanlarla ilişkin bozuluverir. Bu kavganın nedeni sorulduğunda buna kendin bile zor inanacağın cevaplar üretirsin. 17. yüzyıldan Mozart’ı örnek göstererek tarihe bir şeyler bırakmak, önemli biri olarak hatırlanma, dersin. Ne olduğunu bilmeden, birden kendini içinde bulduğun bir takım şeyler yaşarsın ve buna anlam vermekte bile zorlanırsın. Yönetmenin yanıldığı bir yer var; bu bireysel ve sadece bizim özel yaşamımızı ilgilendiren bir mesele değil. Toplumsal bir meseleye müdahale biçimi var ortada; dolayısıyla bunu bireyin dünyasından anlayamazsın. Ama bu bakışla olsa olsa manipüle edilebilirsin. Üstelik bu işin sınıfsal bir boyutu var: Bu savaş Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok filmi gibi sermaye sınıfının çıkarları için milyonlarca insanın öldüğü bir savaş olsaydı bunu söylemek gayet yerinde olurdu. Burada korkunç bir eşitleme ve o tarihi yüz kızartan bir savaşa evriltme hali var. Ve bunu, karakterlerle ve olaylarla duygusal bir bağ kurmamızı sağlayarak yapmaya çalışıyor yönetmen. Duyguları baskın olarak öne çıkarmasının, aklı devre dışı bırakma ile doğrudan ilişkisi var. Bu anlatının başarılı olması ve çokça yayılması, seyircinin olaylar hakkında hiçbir fikrinin olmaması, sınıfsal ve tarihsel bir yerden bakmaması yoluyla olabiliyor. Eğer bir film, tarihsel bağ konusunda düşünme ve sorgulama gereksinimi hissettirmiyorsa orada muhakkak bir düşünce inşa ediliyordur.
Devrimciler yine romantik ve gerçeklerden kopuk olmakla suçlanıyor; dahası kalpsiz, yıkıcı olarak resmediliyor
Colm karakterimizde izlediğim şey tam olarak budur bana kalırsa. Tarih yazacağım, insanlığa güzel şeyler bırakacağım, diyen devrimcilerin hayalleri ve gelecek inşasını hafife alma, karikatürize etme ve yargılama/yadırgama hali var. Daha kötüsü, utançla hatırlanacak bir tarih ile hatırlanırsın, alt mesajı da içeriyor. Hatta olan bitene kayıtsız kalan kasaba halkına da bakacak olursak devrimciler yine romantik ve gerçeklerden kopuk olmakla suçlanıyor; dahası kalpsiz, yıkıcı olarak resmediliyorlar Colm temsili karakteri üzerinden.
Şu aniden patlak veren olaylara geri dönmemiz ve biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. Bir gün bir şeyler oluverir ve herkesin normali bozulur. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Herkes birden nezaketi bırakır ve kabalaşmaya başlar. Pátriac, Colm’ın onunla neden ilişkisini kestiğini anlamaya çalışırken, etrafındaki insanlar da gerçekleri onun suratına vurmaya başlarlar tek tek. Savaşta nezaket yoktur çünkü. Belki de sıkıcı biri olduğu için, belki de onunla arkadaşlık edecek nitelikte olmadığı içindir. Hatta yanyana sırıttıkları düşüncesi bile yüzüne söylenmeye başlanır. Tabi savaş bu iki arkadaşın çatışmasına indirgendiği ve metafor da bu ilişki üzerinden kurulduğu için bu benzetmeler savaş atmosferinde tarafların birbirine davranışlarını göstermeye yarıyor. Siobhán kardeşini kastederek, “o hep sıkıcıydı, ne değişti” diye sorar, Colm da “ben değiştim” diye cevap verir. Eskiden gözüne batmayan şeyler batmaya, rahatsız etmeye başlar. Bir kere düşmanlık oluştu mu birbirinin iyi yanlarını değil zayıf yanlarını görmeye başlarsın. Bir kere savaş başladı mı sınırlar çizilir, çitler çekilmeye başlanır. Birbirine yaklaşamazsın. Bu sınırlar bir kere ihlal edildi mi kavga kızışmaya başlar, şiddet tırmanır. Önce tehditler başlar: “Bana yaklaşırsan önce bir sonra diğer parmaklarımı keserim.” Colm’ın bu sözüne anlam veremezler etrafındakiler. Fakat kan döküleceğine dair uyarı yapılır burada. Parmaklar insanları ve ölümleri sembolize eder. Önce bir bir ölümler gelir sonra üst üste yığınla kayıplar.
Lakin savaşa dair çok az şey duyarız. Pubda polis ve Colm arasında geçen konuşmalardan iç savaşta yaşanan idamları öğreniriz. Polis yarın anakarada birkaç idam olacağını, kargaşa çıkar diye fazladan adam çağırdıklarını, söyler. Colm da “kimi idam edecekler?” diye sorar, karşılığında “Özgür İrlanda Devleti, birkaç İrlanda Cumhuriyet yanlılarını (IRA) idam edecek. Yoksa tam tersi miydi? Yetişemiyorum artık. Hepimiz aynı tarafta sadece İngilizleri öldürürken her şey daha basit değil miydi?” der. Colm da “ kimin kimi idam ettiği umrunda değil mi?” diye sorar sadece. Bunun üzerinde polis “altı şilin ve bedava yemek versinler umrumda olmaz” der. Filmde izlediğimiz kadarıyla kimin kimi idam edeceği kimsenin umrunda değil. Hatta bu savaştan utanç ve pişmanlık duyuluyor gibi. Hiç yaşanmasaydı keşke diye bakılıyor. İrlandalıların birbirini öldürmesi hiçbir koşulda kabullenecek bir şey değil; bu devrimci/ilerici bir eşik olsa bile. Birkaç dakika geçtikten sonra Pátriac sarhoş biçimde bu ikiliye yaklaşır ve sataşmaya başlar. Orada dikkat çekici olan; Pátriac en sevmediği 3 şeyi sıralamakta zorlanırken, nefret ettiği ilk şeyi söylermekte zorlanmaz; çünkü bu, İrlandalıların ortak hafızasıdır: Polisler. Neden? Sadece tekil, o polis memurunu belirtmek yerine, neden “polisler” der? Yoksul, emekçi İrlandalıların polislere dair geçmişteki acı deneyimleri hafızalarında hala tazedir. İngilizlerle ve Katolik Kilisesi ile işbirliklerini, faşizme yakınlaşmasını ve devletin resmi kurumlarından biri olarak filmde resmedildiği gibi zorbalığı ve gericiliği unutmazlar. Polise duyulan öfke, filmde yansıtıldığı gibi tekil olarak psikopat ve kişilik sorunları olan birine değildir sadece. En azından burada resmi devlet kurumunu temsil eden Garda karakteri ile İrlandalıların tarihsel hafızasına zayıf da olsa değinilmiştir.
Filmin en güçlü mesajını verdiği an gelir: Patriac’ın sabrı tükenmiştir ve bir türlü anlam veremediği Colm’ın davranışlarına çocuksu bir saflıkla isyan eder: “Sen, Colm Doherty eskiden nasıldın biliyor musun? İyi biriydin. Şimdiyse iyi biri değilsin.” Colm da, iyi olmak sonsuza kadar sürmez; ama sana neyin süreceğini söyleyeyim: müzik, resim ve şiirler, der. Patriac: “Hiçbiri umrumda değil. Ben Pátriac Suilleabhain’ım ve ben iyi biriyim. Eskiden sen de iyi biriydin” dediği bu sahnede öyle duyguları manipüle eden mesajlar var ki. Mesela her ne için mücadele ediyorsanız neye inanıyorsanız bunların hiçbirinin bir önemi yok. Asıl mesele iyi biri olabilmekte. Hiçbir şeyin sizin bu iyiliğinize zarar vermesine izin vermeyin. Hiçbir ideolojinin duygularınızı ve insanlığınızı ele geçirmesine müsaade etmeyin, gibi bir anlatı hakim. Çok çarpıcı bir sahne açık söylemek gerekirse. İnsanı büyüleyen ve duygularını ele geçiren sahnelerden biri. Peki iyilik nedir? İyilik anlatısı da yine idealist ve müphem/örtük bir kavram olarak karşımıza dikiliyor. Burjuva ideologlarının sıksık kullandığı bir anlatı bu iyilik ve kötülük anlatısı. Aklıma Bertolt Brecht’in Böylesi Daha İyi şiiri geliyor. Anladık iyisin ama neye yarıyor iyiliğin? Bu iyiliğin insanlığın kurtuluşuna ne gibi bir katkısı var, tüm eşitsizlikler karşısında insanlık onurunu ayağa kaldıracak o değiştirme iradesine ne oldu? Her şeye boyun eğip sadece izlemeli miyiz, bir ulusun, emekçi sınıfın iradesi, onuru çiğnendiğinde oturup “iyiliği” mi seçmeliyiz? Ne oldu bu iradeye? İşte o değiştirme iradesinin karşısına dikiliyor bu “saf iyilik” anlatısı. Bizleri yine küçülten, siyasete ve gidişata hiçbir müdahalesi olmayan pasif ve kendi dar dünyası içine hapseden bir tarafa itme çabası var. Değiştirme arzusu bize mutluluk getirmiyor, bizleri yıkan şey, birbirimize düşüren şey bu, demek istiyor bir anlamda. Ve bunun ne kadar anlamsız bir şey olduğunu bir kez de Siobhan yüzümüze çarpıyor. “Mozart 18. yüzyılda yaşamıştı, 17. yüzyılda değil.” İnandığınız, uğruna hayatınızı verdiğiniz şeylerin ne olduğunu bile tam olarak bilmiyorsunuz, kendinizi kandırıyorsunuz, diyor. Film boyunca verilen mesaj; sizi insan yapan şey ideolojileriniz, inandığınız ve uğruna savaştığınız şeyler değil; insan olmanın yegane ölçüsü birbirini kırmamak ve “iyi bir insan” olabilmekte. Böyle bakınca, üzerimize her gün biteviye boca edilen tüm o liberal anlatılar burada da kendini tekrar etmiyor mu? Konu sinema endüstrisi olunca daha mesafeli ve özenli yaklaşmamız gerekmez mi? En ufak bir ürün alırken bile özen göstererek seçeriz, neden meta değeri olan bu ürünlere farklı yaklaşıyoruz? Yoksa siz, estetik değeri ve yaratıcılığı var diye bu işlere ideolojiler üstü diye mi bakarsınız?
Tüm savaşları emperyalist-kapitalist savaşlarla eşitleme hali insanlığa savaşlardan kurtulma yolunu açmayacak
Gelelim parmakların kesildikten sonra açıkta kanar vaziyette bırakılma meselesine. İşaret parmağını kestikten sonra evde yaralı halde keman çaldığını görünce, yahu böyle bir şey mümkün mü? Normalde bu şekilde değil keman çalmak elini oynatamaz, diye söyleniriz içten içe. Böyle bir şeyin mümkün olmayacağını hatta saçma olduğunu düşünürüz. Verilen mesajın çarpıcı resmedilmesi ve derinden sarsması lazım seyirciyi. Yine metofor ustalığıyla bize onların savaş gazileri olduğunu söylüyor olabilir. Yaralanmışız, bir uzvumuzu kaybetmişiz, etrafta kanlar içinde bedenler… Acı duyacakken hiçbir şeyi hissedemez olmuşuz. Savaş duygularımızı ele geçirmiş ve bizi duyarsızlaştırmıştır. Her yer kan revan fakat o kanı durduracak, yarayı saracak ve acıyı dindirecek kimse yoktur artık. Colm bu yüzden yeni bestesine, Banshees of İnisherin ismini verir. Pátriac bu besteye verilen ismi duyunca “İnisherin’de hiç ölüm perisi yok ki” der. Colm da “belki de vardır” diyerek devam eder: “Artık ölüm alameti olarak çığlık atmayı bıraktılar bence. Keyifle arkalarına yaslanıp olan biteni izliyorlar.” Duyarsızlığımız yüzünden artık ölümler sıradanlaştı, topyekün bir yıkımla karşı karşıyayız. O yüzden Colm şöyle bir cümle kurar: “Cenazede senin için çalmayı düşünüyorum hep fakat bu ikimiz için de adil olmazdı.” Ve ardından saat sesini duyarız, ölüm sessizliği ve işleyen zamana işaret. Ya bu gidişatı durduracağız ya da ölüm perileri bu adadan hiç ayrılmayacak. Ve kaçınılmaz son gelecek. Pátriac ayrıldıktan sonra geri kalan parmaklarını kesmek için makasa uzanacağı sırada bunu anlayan köpek, makası kaptığı gibi kapıya doğru gider. İtiraf etmek gerekirse bu sahne birkaç sahne gibi yapay duruyor fakat yönetmenin vereceği mesaj itibariyle gerekli. Evet vefalı, hiçbir alışveri olmayan bu köpeğin durduğu yerde durmamız isteniyor. Saf duygularını yitirmeyen, savaşın tarafı olmayan, doğalında durmamız gereken yerde. Bizi tarihin gerisine atmaya çalışıyor; oysa insanlık çok şey biriktirdi. Evet, yönetmenin haklılık payı var burada; insan doğalında savaş isteyen bir canlı değildir. Savaşı isteyenler çoğunluğun zararına olacağını bile bile kendi çıkarları için milyonları sefalet içinde yaşamaya zorlayanlardır. Ve mülkiyet düzeni ve sınıflar var olduğu sürece dünya üzerinde daha çok savaş göreceğiz. Zaten arada bir savaş olduğu yok, istisna olan barış halidir. Peki bu iyi olmak meselesi burjuva savaşlarını durdurmaya yetiyor mu? Dolayısıyla tüm savaşları emperyalist-kapitalist savaşlarla eşitleme hali insanlığa savaşlardan kurtulma yolunu açmayacak. Dünyayı sınıflar yokmuş gibi yansıtmak algılarımızı bozar, tarihi bulanıklaştırır ve daha da önemlisi failleri gizler. Dolayısıyla İrlanda cumhuriyetçilerinin İngiliz emperyalizmine boyun eğmeme ve insanlık onurunu her gün ayaklar altına alan sömürgeci düzinini değiştirme iradesi karşısına dikilmek ve onu sermaye sınıfının savaşıyla aynı konuma çekme çabası ya tarih bilmemek ya da bile isteye tarihi çarpıtmaktır. Bu düzene kutsallık atfedenler ve işçi sınıfının devrimci-ilerici yanını koparmaya çalışan, onun değiştirme iradesini hiçe sayan ve bundan utanan bir yerde konumlanmak asıl insanlığa daha fazla yıkım getirecektir.
Son olarak: İntikam duygusuna değinmek gerekir. Patriac cüce/minyatür eşeğini yitirdikten sonra intikam duygusuyla Colm’a evini ateşe vereceğini ve o esnada içerde olup olmamasının umrunda olmayacağını, söyler. Artık yıkım kaçınılmaz, o “iyi” insandan eser kalmamıştır; bu kavga “kötü” insanı yaratmıştır. İntikam duygusuyla dolu olan Patraic karşı tarafın canını yakarak ödeşmeli. Aksi halde bu iş mezara kadar gidecek ve bu işi durduracak şey, birinden birinin ölümü olacaktır. Colm’un evini ateşe verdikten sonra Patriac, Colm’ı kumsalda görür ve yaklaşır. “Evimle birlikte ödeşmiş olduk sanırım” der Colm; fakat Patriac “Evinden çıkmamış olsaydın o zaman ödeşmiş olurduk” diye yanıtlar. Kısa bir sessizlik ve dalga seslerinden sonra, bu iki adam yüzleri ana karaya dönükken Colm sessizliği bozar: “Ana karadan birkaç gündür silah sesleri gelmiyor. Savaşın sonuna geldiler sanırım.” Patriac; “Kısa süre sonra yeniden başlarlar. Bazı şeyler geçmek bilmez. Ve bence bu iyi bir şey” der. Burada yönetmen son atışını yapar ve seyircisine güçlü bir ideolojik mesaj daha bırakır. Bir kere nefret tohumları ekildi mi, birbirine düşmanlaşıp birbirinin kanını döktün mü o kavga hiç bitez. Dolayısıyla insanlık bunu hafızasına kazısın ki bir daha asla böyle bir şeye kalkışmasın, diye telkinde bulunur. Ve İç Savaşın da haksız ve gereksiz bir savaş olduğunu tekrarlayarak, İrlandalıların geçmişindeki o onurlu sayfaları yırtıp atmaya çalışır. İrlanda tarihini bilmeden bu tip yapımları izlemenin tehlikesi, hele de toplumsal bir meseleyi bireylerin özel yaşamına indirerek aktarmak, yapılabilecek en çarpık şeydir. Burada da postmodernizmin ideolojik bir silah olarak yüzümüze doğrultulduğu gerçeğiyle karşı karşıyayızdır. Postmodern anlatı ideolojik bir yöntem olarak olayları tarihsel bağlamından koparır, yeni bir dünya inşa eder ve inşa ettiği bu yeni gerçeğe, izleyicinin rıza göstermesini talep eder. Bunu gerçekleştirebilmek için bireylerin yaşamına odaklanır, ortak temalar belirler (dostluk, uzun yıllar aynı evi paylaşan bir dostun kaybı vb.) ve duygusal ajitasyon marifetiyle izleyiciyi kendi psikolojik atmosferine dahil eder. Son tahlilde sormamız gereken şey şu olmalı: Toplumsal ve tarihi meseleler tek tek insanların yaşamları üzerinden anlaşılabilir mi?
Londra’da doğup büyüyen McDonagh, bir söyleşide: “İrlandalı olmayı düşünmek, ancak İrlanda oyunları yazmaya karar verdiğimde hayatıma girdi” demiş. Dolayısıyla, aslında bir göçmen bakışıyla İrlanda’yı romantize etmiştir. Oyunlarında, ülkenin tarihinden ve karmaşıklığından çok İrlanda edebiyat geleneğinden yararlanması, son filmi Banshees of İnisherin’e yansıyor. Martin McDonagh 27 yaşında birkaç film çektikten sonra; “Ben köklerle pek ilgilenmem” demiş. Kanımca bu düşüncesini The Banshees of Inisherin filmi ile fazlasıyla kanıtlamıştır.