Bir siyasi lider düşünün, dün söylediklerinin bugün tam tersini söylesin. Dün heyecanla savunduklarını bugün mahkum etsin, dünkü politikasının tüm sorumluluğunu eski yol arkadaşlarına yükleyip kendini temize çıkarmaya çalışsın.
Örneğin dün “Savcısıyım” diyerek tüm sorumluluğunu üstlendiği siyasi davalara bugün “Kumpas” desin. Ya da daha dün Filistin’e giderken İsrail ordusunca basılan Mavi Marmara gemisini “İzni biz verdik” diyerek savunurken bugün “Dönemin Başbakan’ına sordunuz mu?” diyerek 180 derece çark etsin.
O lideri tanıyorsunuz. Ancak bu tuhaf siyaset tarzı kendisiyle sınırlı değil. Son birkaç yılda yolunu kendisinden ayıranlar dahil yol arkadaşları da aynı yolu izliyor. Halkı bugün yoksulluğa mahkum eden yağma politikalarının tüm sorumluluğunu Erdoğan’a yüklüyor, dünya piyasalarının geçmişteki dengesinin olanak tanıdığı yalancı baharıysa kendi başarı hanelerine yazıyorlar.
Son 21 yılın muhasebesine devam ediyoruz: Sahi, bizi kim yoksullaştırdı?
Yap-İşlet-Devret kimin eseri?
AKP iktidarının kamu kaynaklarını sermayeye yağmalatmada kullandığı önemli enstrümanlardan biri Yap-İşlet-Devret modeli.Geçiş garantili yol ve köprüler, yolcu garantili havalimanları, hasta garantili hastaneler… Kamusal olarak verilmesi gereken hizmetler sermayeye devredilirken devletin hizmetleri küçüldü, masrafları arttı. Hizmetler de halk açısından daha pahalı ve daha zor erişilir hale geldi.
26 Aralık 2019… AKP’li yıllarda Ekonomi Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı yapmış, AKP’nin ekonomi politikalarına yön vermiş olan Ali Babacan AKP’den yeni istifa etmiş, kendi partisini kurmaya hazırlanan bir siyasetçi olarak Kanal İstanbul projesini eleştiriyor:
“Bir kutuplaştırma projesi. Gündemi değiştirmeye ihtiyaç var. Çünkü gündemde işsizlik var. Katılımcı demokrasi ile bu proje tartışılmalı. Montrö çok önemli, faydasını çok gördük. Bizim kanal projesine değil sanayi ve teknolojiye yatırıma ihtiyacımız var.”
Resmi açıklamaya göre toplam maliyeti 15 milyar doları bulması beklenen bu rant projesini hem Montrö Anlaşması’nı tartışmaya açacak olması hem de bir sanayi ve teknoloji yatırımı olmaması üzerinden eleştiren Babacan, bu açıklamasından yalnızca 6 buçuk yıl önce, 12 Nisan 2013 tarihinde ise dönemin Başbakan Yardımcısı olarak bambaşka bir tablo çiziyordu:
“Bu ilk etapta bakanlar olarak ‘Acaba olur mu, olmaz mı, çok mu çılgın, acaba gerçekleştirilebilir mi?’ şeklinde şüpheler hissettik ama Sayın Başbakanımız bunu açıkladı. Olmayacak olsa zaten bu açıklanmazdı. Biz, bunun gerçekçi bir proje olduğuna inanıyoruz. Türkiye için, hatta dünya için çok konuşulacak bir proje olduğuna da inanıyoruz.”
Babacan 6 buçuk yıl içinde büyük bir aydınlanma mı yaşamış yoksa batan geminin sorumluluğundan kaçmak için manevra mı yapmış, okur takdir etsin.
Deprem vergilerini kim çarçur etti?
6 Nisan 2021… 2020 yılındaki Elazığ ve İzmir depremleri gündemdeki yerini korurken AKP’li yıllarda sıkça sormak zorunda kaldığımız “Deprem vergileri nerede?” sorusu TBMM’de soruldu. Berat Albayrak sonrasında “ortodoks politikalara dönüş” müjdesi olarak göreve başlayan dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Lütfi Elvan, “Bir bardak soğuk su için” şeklinde özetlenebilecek olan şu yanıtı verdi:
“Belirli gelirler karşılığı olarak belirli harcama kalemleri veya projeler için ödenek tahsis edilmemekte, Hazine birliği kapsamında tüm gelirler halkımıza hizmet için yapılan tüm giderlerin karşılanması amacıyla kullanılmaktadır.”
Bugün muhalefette olan AKP eskileri, Kahramanmaraş ve Hatay depremlerinin yol açtığı yıkım üzerinden hükümeti eleştiriyor, deprem gerçeğinin gerektirdiği denetim ve hazırlıkları yapmadıklarından dem vuruyorlar. 2002-2016 yılları arasındaki bakanlık, başbakanlık dönemlerinde kendilerinin ne yaptığını sormak mümkün. Soru hakkımızı saklı tutarak, bakanlık yaptıkları dönemde hükümet adına yapılan açıklamayı hatırlatmakla yetinelim.
27 Ekim 2011, Van depreminin üzerinden dört gün geçmiş… Depremin halkta yarattığı mağduriyet “Deprem vergileri nerede?” sorusunu gündeme getirdi. Dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, özetle “Yedik, bitirdik” dedi:
“Deprem vergisi adı altındaki vergiden çok sürekli hale gelmiş ÖTV vs var. Bu vergiler bizim sağlığımıza gidiyor. Diyorsunuz ki, bu çerçevede 44 milyar liralık vergi topladınız, nereye gitti? Sadece bir yıllık vatandaşın sağlığı için yaptığımız harcama 44 milyar lira. Bu, duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor.”
2023 yılında Erdoğan’ın “Ekonominin başına geç” teklifini kabul etmediği için alkışlanan, iktisatçılığı ve bakanlık performansıyla övülen Şimşek de iktidarın parçasıyken partidaşlarından farklı konuşmuyordu. Ülkeyi afetlere hazırlamak için toplanılan vergilerin rant projeleri için çarçur edilmesinden 21 yıllık AKP döneminin tüm yetkilileri sorumluydu.
Şimşek, deprem vergilerinin deprem dışında her şeye harcandığını söylerken inşaat projeleri dışında eğitim ve tarımı da anmıştı. İnşaata dayalı ekonominin geldiği nokta fiyasko. Eğitim ve tarım da hallice.
Okul çağındaki çocukların beslenme yetersizlikleri, bütçesizlikten temizlik malzemesi dahi alınamayan okullar, FATİH projesine milyarların harcandığı ülkede pandemi döneminde uzaktan eğitimin hayata geçirilememesi…
Tarım ve hayvancılık deseniz, çiftçiye yönelik desteklerden yapılan kesintiler ve kamusal mekanizmaların tasfiyesi nedeniyle çiftçi tarımdan koparıldı. Gıda bağımsızlığını yitiren ülkemiz 2018’de 1 milyon 200 bin baş besilik hayvan ithal etti. 2021’de kendi mahsulümüzden üretilen ayçiçek yağı 400-450 bin ton aralığında kalırken 1,1 milyar dolar karşılığı 820 bin tonla ayçiçek yağı ithalatında dünya lideri olduk. İthalatın yüzde 65’ini yaptığımız Rusya ile Ukrayna arasında savaş başlayınca tedarik krizi çıktı. Geçen yıl bu zamanlarda, Mart ayı ortalarında “Altı yağ gemisi yola çıktı” diye sevinecek duruma düştük.
Ekonomik göstergelerin görece iyi olduğu 2003-2015 arasında bile işsizlik hep yüzde 10 civarında seyretti. İstihdama katılım asla yüzde 50’yi görmedi. AKP iktidarı işsizlik ve yoksulluğu ortadan kaldırmak ya da azaltmak bir yana artırdı. Yoksulları istihdamdan kopararak yardıma muhtaç hale getirmeyi, yardım mekanizması üzerinden kendine tabi kılmayı tercih etti.
Çöküşün mimarları: Derviş’ten AKP’ye
Çöküş bir günde değil, iki on yıla yayılarak ve Türkiye’nin neoliberal dönüşümünün kaçınılmaz sonucu olarak geldi. 2001 krizinin hemen ardından dönemin DSP-MHP-ANAP hükümetine ABD tarafından Kemal Derviş monte edildi. Derviş eliyle bankacılıktan enerjiye, tarımdan iletişime kritik sektörler “siyasi etkiye maruz kalmadan” uluslararası sermayenin direktifleri doğrultusunda çalışacak ABD tipi üst kurullara teslim edildi. Tarım piyasanın insafına terk edildi, enflasyonu düşürmeye yönelik bir kemer sıkma politikası uygulandı ve geniş çaplı bir özelleştirme programı oluşturuldu.
AKP iktidarı, Derviş’ten devraldığı programı tam gaz uyguladı. Derviş döneminde işçi sınıfının direnciyle engellenen özelleştirmeleri yaptı. Erdoğan’ın deyimiyle devlet şirket gibi yönetildi. Sonuç ortada.
Ekonomik çöküş, daha ziyade halkın güncel olarak tüm yakıcılığıyla hissettiği yoksullaşma üzerinden tartışılıyor. Bu anlaşılır olsa da tartışmayı yoksulluğun ötesinde ülke ekonomisinin aldığı kalıcı hasara doğru genişletmek gerekli. Üretim ve istihdam kapasitesindeki düşüş, kamu ekonomisinin tasfiyesinin doğrudan sonucu olarak ortaya çıktı. Ekonomide kamusal mekanizmaların ve kamu işletmeleri varlığının tasfiyesi, AKP döneminin bir başka ürünü olan devletin çözülmesi ile de bağlantılı.
Türkiye’nin geleceğini dert ediyorsak, düştüğümüz yerden nasıl kalkacağımıza da kafa yormak durumundayız. Türkiye ekonomisinin omurgasını kamunun oluşturması nasıl sağlanır? Devletin çözülmesi ne anlama geliyor ve solun buna dair çözüm önerisi ne? Bu sorulara yanıt aramak zorundayız.