Özgür Tekin
AKP iktidara geleli 20 yıldan fazla oluyor. Devlet içerisinde süreklileşen bir çatışma ve bunun sonucunda altüst olma hali, bu 20 yılın ayırt edici özelliklerinden biri.
Bu çatışma halini iki ana döneme ayırmak mümkün. Bunların ilki, AKP’nin eski ortağı Gülen Cemaati ile birlikte giriştiği Cumhuriyet’i tasfiye operasyonunun devlet içerisindeki yansımalarının damgasını vurduğu ilk aşama. 2007 itibariyle yoğunlaşan tasfiye operasyonu ve bunun yarattığı direncin kendisini dışavurduğu bazı kritik dönemeçleri şöyle sıralamak olanaklı: Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığı ve 367 krizi, 27 Nisan bildirisi ve Recep Tayyip Erdoğan-Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe Mutabakatı, Hrant Dink suikastı, AKP kapatma davası, Ergenekon ve Balyoz davaları, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu…
2013 senesinin sonlarına kadar uzanan bu ilk dönemi karakterize eden temel olgu, devlet alanındaki yerleşik mekanizmalara dönük bir yıkıcı bir saldırganlıktı. Bu saldırganlığın ana hedefi Cumhuriyet’in ilerici birikiminin hem anayasal düzen hem de devlet mekanizmasındaki kalıntılarını temizlemekti. Ancak saldırganlık yalnızca ‘ilerici’ olarak adlandırılabilecek unsurları hedef almakla kalmıyor; yeterince gerici, piyasacı ve işbirlikçi bulmadıklarını da karşısına alıyordu.
2013 sonundan itibaren başlatabileceğimiz ikinci döneme karakterini veren temel olgulardan biri ise iktidar bloğu içindeki çatışmaların belirlediği devlet krizleriydi. Bu krizlerin ilk örneğini AKP ve Cemaat arasında yaşanan çatışma oluşturacaktı.
AKP-Cemaat ittifakı ‘yıkma’ konusunda sergilediği beceriyi ‘kurma’ alanında sergileyemedi. Sonuç, karşı devrimci dönüşümün başat iki aktörü arasındaki bir çatışma ve bu çatışmanın devlet mekanizması içerisinde yarattığı yeni bir altüst oluştu. İlk olarak MİT Krizi ve dershanelerin kapatılması tartışmalarında kendisini gösteren bu uyuşmazlık, 17 ve 25 Aralık 2013 operasyonları ile şiddetlenerek devam etti. 15 Temmuz 2016 tarihinde Gülen Cemaati tarafından gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi sonrasında ise AKP’nin ve Erdoğan’ın mutlak zaferiyle sonuçlandı.
Ancak bu mutlak zafer, sorunsuz ve istikrarlı bir sürecin başlangıcı anlamını taşımıyordu. AKP’nin 15 Temmuz’un ardından MHP ile kurduğu ittifak da benzer kırılganlıkları taşıyordu. Üstelik bu sefer kırılganlıklar sadece AKP ve MHP arasındaki fay hatlarına değil, AKP’nin kendi içerisindeki farklı grupların ve Gülen Cemaati’nin tasfiyesinin yarattığı boşlukta devlet içerisinde güçlenmeye başlayan farklı odakların da karşı karşıya gelişlerine tekabül ediyordu.
Ne OHAL döneminin KHK’lara dayalı yönetim mekanizması ne de bu olağanüstü durumun kurumsallaştırılması anlamını da taşıyan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş bahsedilen dağılmayı önlemeyi başarabildi. Aksine, görünürde iktidarı tek elde toplamaya yarayan bu mekanizmalar devletin kurumsal yapılarını zayıflattıkları ölçüde kurumsallığın dışında talan, güç ve etki alanlarının doğuşuna kapı araladı. Başka bir ifadeyle, iktidar blokunun denge ve kontrol mekanizmalarını ortadan kaldırarak işleyişi hızlandırma isteğinin temel sonucu, devlette süreklileşmiş bir çözülme durumu oldu.
İktidar blokunu iç krizlere daha açık hale getiren bir diğer faktör ise siyasetin alanını giderek daraltmaya yönelik gayretleriydi. Halkın siyasete örgütlü katılımı, kitlelerin kendi talep ve beklentileriyle sokaklarda olmasının kriminalize edilmesi bu alan daraltma çabasının ilk eksenini oluşturuyordu. Bu eksenin nihai sonucu, yurttaşın siyasal sistem içerisindeki rolünün tek başına oy vermeye indirgenmesiydi. Bu seçmene indirgeme mekanizması Erdoğan açısından hem kendi iktidarının sürdürülebilirliği hem de yurttaşın adım adım tebaaya dönüştürülmesi açısından kritik bir halkanın ifadesiydi. Ancak çaba sadece bununla sınırlı kalmıyordu. Bir yandan siyasal katılım oy vermeye indirgenirken diğer yandan da verilen oy mümkün olduğunca anlamsız bir hale getiriliyordu. Meclis’in bir kurum olarak etkisizleştirilmesi, siyasetin alanını daraltmanın ikinci kritik adımını oluşturuyordu.
Bu alan daraltma çabası, iktidar bloku açısından iki temel sonuç verdi. Bunların ilki, alan daraltmanın da etkisiyle toplumsal alandaki çelişkilerin ve bunların ürünü olan talep ve beklentilerinin siyasete yansımasının geciktirilmesi ve olası siyasi krizlerin ertelenmesiydi. Ancak, aynı tablonun ikinci ve iktidar bloku tarafından istenmeyen bir sonucu daha vardı. Toplumsal alanın çelişkilerinin siyasete yansımasının gecikmiş ve dolayımlı bir hal alması, bu çelişkilerin ürünü olan talep ve beklentilerin nihai yansımasını birikmiş ve dolayısıyla daha şiddetli hale getirme eğilimine sahipti. Toplumsal düzlemdeki çelişkilerin siyasal alana yansımasına çarpan etkisi yapan bir diğer olgu ise yansımanın gerçekleşeceği alanın daralmış olmasıydı. Siyasetin alanının Cumhurbaşkanlığı kurumu ve onun etrafında şekillenen ittifak dizgesine sıkıştırılması, bu sefer tüm çelişkilerin bu sıkışmış düzleme gecikerek yansımasını beraberinden getiriyordu. Bu durum; iktidar bloku içerisindeki ayrımları belirginleştiren, çatışmaları şiddetlendiren ve çelişkilerin yönetilmesini zorlaştıran bir faktördü.
Öte yandan, bahsettiğimiz tablo yalnızca iktidarın yanlış tercihlerinin ürünü değildi. Aksine, emperyalist-kapitalist sistemin mevcut kriz dinamiklerinin ve ihtiyaçlarının bir ürünüydü. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle yetkilerin tek elde toplanması da yerleşik kurumsal mekanizmaların ve anayasal zemini tasfiye etme eğilimi de sermaye sınıfının ve emperyalizmin işleri hızlı halletme ihtiyacının ve bu ihtiyacın ürünü olarak bahsettiğimiz mekanizmaları bir yük olarak görmesinin sonucuydu.
Dolayısıyla, AKP iktidarının hamle ve yönelimleri, düzen muhalefetinin (ve ideologlarının) iddia ettiği gibi emperyalist-kapitalist sistemin yerleşik normlarından bir sapmayı ve bu anlamıyla bir anomaliyi ifade etmiyordu. Aksine, tam olarak bu sistemin girdiği sıkışmaları düzenin sınırları içerisinde ve sermaye sınıfı lehine aşma ve erteleme arayışıyla ilişkiliydi. Sorun, bu arayışın daha şiddetli krizlerin kapısını aralamasıydı.
Tam da bundan dolayı kapitalizm içerisinde bir normalleşmenin olanaksızlığını veri almayan herhangi bir strateji, bu sürece yanıt üretemez. Sosyalistlerin görevi, mevcut kriz denklemini hafifletmek değil, bu kriz ve çözülme tablosunun yarattığı boşluklara yerleşerek sosyalist bir iktidar alternatifini inşa etmek. İktidar bloku içi taraflaşmalar ve çelişkiler ülkenin geleceğine yönelik ilerici bir arayışın değil, bir çözülüş düzleminin ürünü olduğu ölçüde buradan sola potansiyel müttefik çıkartmaya yönelik her türlü çabanın sonucu hayal kırıklığı olacaktır. Numan Kurtulmuş’tan, Anayasa Mahkemesi üyelerinden, Ali Yerlikaya’dan demokrat ya da Selçuk Bayraktar’dan seküler çıkarmaya yönelik her türlü fantezi baştan mahkûm edilmelidir.
Bahsettiğimiz tablo, aynı zamanda Türkiye kapitalizmi ve emperyalist-kapitalist sistemin bütünü açısından daha geniş bir hegemonya krizinin de bir semptomu olarak kavranmalıdır. Bir sonraki yazımızda güçlerin görünürde tek bir elde toplanırken somutta devlet mekanizmasının bir tür tarikat ve çeteler koalisyonu haline getirilmesiyle bu hegemonya krizi arasındaki ilişkiyi ele alacağız.