Türkiye’de ne zaman ‘insan hakları’ ya da ‘hukukun üstünlüğü’ gibi konularda iktidarın baskıcı ve kural tanımaz adımları söz konusu olsa liberal yazarlar aynı türküyü tutturmaya başlar; “Böyle yaparsanız Türkiye’ye yabancı sermaye gelmez”
Biz bu yazımızda öncelikle bu liberal ezberin doğru olup olmadığını sorgulayacağız ve Türkiye’nin kalkınmasının yabancı sermaye şartına bağlanması konusunu inceleyeceğiz.
Türkiye’de geçtiğimiz aylarda Can Atalay davası üzerinden Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında yaşanan ihtilaf ve yargı krizi sonrası bu tez Türkiye’nin gündemine bir kez daha gelse de esasında ne zaman hukuk ve insan hakları ile ilgili bir gelişme yaşanırsa yaşansın tekrar edegeldi.
CHP’li siyasetçilerin ve liberal iktisatçılar bu tezleri yıllardır bir amentü gibi savunuyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Basın özgürlüğünün olmadığı, gazetecilerin hapse tıkıldıkları bir ülkeye yabancı sermaye gelmez” sözleri ile bu tezini destekliyor.
Liberal iktisatçı Mahfi Eğilmez ise bu tezini Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi üzerinden değerlendirerek, “Adam diyor ki sermaye hukuka bakmaz, para kazanıp kazanmayacağına bakar.’ Diyelim ki doğru olsun ama önemli olan onun bunun değil sizin neye bakacağınız değil midir? Hukuk, misafir odası gibi bir şey değildir” sözleriyle destekledi.
Türkiye ekonomisinin yapısal krizi
Öncelikle Türkiye ekonomisi yapısal sorunları gereği dışarıdan gelecek sermayeye ve sıcak paraya muhtaç edildiği için yabancı sermaye akışının oldukça kritik görüldüğünü söyleyebiliriz. Ayrıca fikrini liberal ezberlere dayandıran iktisatçılar da ekonomide düzelmenin ve ülkenin refaha çıkmasının en önemli koşulunu dışarıdan Türkiye’ye gelecek sermayeye bağlamış durumda. Bu zihinsel kıtlığın sonucu ise dışarıdan gelecek paraya ilişkin riskler ortaya çıktığı anda aynı eleştirilerin başlaması oluyor.
Kuşkusuz, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal sakatlık norm kabul edilirse düşünsel sığlığın ana akım anlatı haline gelmesi bu noktada kaçınılmaz. Ancak ufkumuzu sorunlu yapıyı norm kabul eden anlatının önüne koyarsak, her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlıkçı, sınai kalkınmayı merkeze alan, plancı ve eşitlikçi bir ekonomi ile düze çıkmasının oldukça mümkün olduğunu söylemek hiç de zor değil.
Yabancı sermaye neden gelir?
Yazıya, “Yabancı sermaye bir ülkeye neden gelir?” sorusunun cevabını arayarak başlayalım. Bunun birkaç gerekçesi olabilir. Ülke değiştirmek isteyen bir şirket söz konusu olduğunda, bu şirketin bulunduğu ülkede üretim maliyetleri yüksek olabilir. İşgücü maliyetleri, vergi, hammadde giderleri ve lojistiğe ilişkin maliyetler şirketlerin üretim ve dağıtım üslerini belirlemesinde çok önemli bir etken olarak görülebilir.
Dolayısıyla, sınırların sermaye lehine açıldığı bu çağda şirketler öncelikle bu tür maliyetleri gözeterek optimum kâr elde edebileceği ülkelerde konuşlanır. Sermaye yatırımlarında hâl bu iken sıcak para söz konusu olduğunda ise finansal kesim, varlıkların ucuz, faizlerin yüksek olduğu ve daha büyük paralar kazanabilecekleri ülkelere gitmeyi tercih eder.
Bu konuyu biraz daha açacak olursak, sermayenin sınai yatırımlar yapmak için emperyalist merkez ülkeler yerine gelişmekte olan ülkeleri tercih etmesinin bir nedeni, kendilerine sunulan çeşitli avantajlardan yararlanabilmek.
Mesela, Türkiye gibi pek çok ülke, birçok sektöre yatırım teşviki adı altında vergiden kaçınma olanağı sunuyor. Aynı zamanda bu tip ülkelerde para ile veya rüşvetle kolayca işlerini çözebilme imkânı, çevreyi kirletebilecek projelerde (örneğin enerji, madencilik gibi iş kollarında) sınırsızca doğaya zarar verebilme hakkı yabancı şirketlerin Türkiye gibi ülkelere akın etmesini teşvik ediyor. Bu olanaklar da katı bir hukuk devletini değil, hukuksuzluğun hüküm sürdüğü ülkeleri gerektiriyor.
Örneğin, ABD ve AB insan sağlığına zararlı gazları aşırı miktarda verdiğini saklayan Volkswagen’ı milyonlarca dolarlık cezalandırırken Türkiye bu şirkete dokunmadı ve üstüne yatırım yapması için vergi indirimi ve KDV istisnası gibi milyarlarca dolarlık teşvikler verdi.
Tüm bunların yanında yabancı sermayenin en önemli tercih sebebi ise kuşkusuz ucuz emek gücü. Sömürü oranının ve dolayısıyla kârın yüksek olması, işgücü maliyetlerinin düşük olması ile mümkün. Bu özellikle emek yoğun sektörler için daha çok geçerli. Bir tekstil şirketinin ürünlerini asgari ücretin 1000 Euro’nun üzerinde olduğu Avrupa ülkeleri yerine asgari ücretin 300-500 dolar arasında değiştiği Türkiye’de ürettirmesinden daha doğal hiçbir şey yok.
Veriler de tersini söylüyor
Kimi iktisatçılar verilerle konuşmayı çok sever. Onlara göre, doğrudan yabancı yatırım verilerine bakıldığında Türkiye-AB müzakerelerinin hız kazandığı 2000’li yıllarda doğrudan yabancı yatırımın zirve yapmasının sebebi tamamen buradaki sözde özgürlükçü siyasi ortam. Oysa işin gerçeği, küresel para arzının bollaştığı yıllarda Türkiye’de özelleştirmelerin tam gaz sürmesi ve yabancıların Türkiye’deki kamu mallarını talan etmeye çalışmasından ibaret.
Bu verilere bakıldığında 2008 krizinde yabancı yatırımın sert düştüğü görülürken 2015’e doğru tekrar zirve seviyelere yaklaştığı görülecektir. Burada yabancı sermayenin Gezi’yi yaşamış, sürekli terörün yaşandığı, bombaların patladığı bir ülkeye koşarak geldiğini söyleyemeyiz. Kuşkusuz siyasi durum, istikrar ve stabilite sermayenin bir ülkeyi tercih etmesi için bir neden ancak burada yatırım imkanının, uluslararası dolaşımda olan paranın, küresel ekonomideki durumun asıl belirleyicilerden olduğunu söylemek durumundayız.
Sermaye yatırımları ile ilgili ölçütler bir yana bırakırsak sıcak para yatırımı söz konusu olduğunda ise sermaye sahiplerinin kısa vadede yüksek kâr edebileceği ülkeleri seçeceği açık. Son aylarda Türkiye’deki yüksek faiz politikası ile kredi risk primlerinin (CDS) düşmesi de aynı gerçeğin ürünü.
Sermaye için dikensiz gül bahçesi: Grevsiz ülke
Diğer yandan işgücü maliyeti söz konusu olduğunda yabancı sermayenin baskıcı, eli sopalı ve emek düşmanı iktidarlar tarafından yönetilen ülkeleri tercih etmesinin önemli bir sebebi de grev-toplu sözleşme gibi işçi haklarını güçlendiren olayların yaşanmaması. Örneğin AKP iktidarı döneminde yaklaşık 195 bin işçinin grev hakkı elinden alınırken toplam 20 grev ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle yasaklandı.
Yasaklanan son grev 2023 Ocak ayında Gebze’de Fransız menşeili Schneider Enerji’de Birleşik Metal İş’e üye işçilerin başlattığı grev oldu. 2022 yılında ise Belçika sermayeli çelik şirketi Bekaert’te de Öz Çelik İş’e bağlı işçilerin grevi yasaklandı. Bu grevlerin yasaklanmasının hukuka aykırı olduğunu ve sözde ‘erteleme’ kararlarının hemen hepsinin Danıştay’dan döndüğünü söylemeye gerek yok. Ancak bu hukuksuz uygulamalar, şirketleri Türkiye’den uzak tutmak bir yana Türkiye’ye yatırım yapmayı teşvik eden unsurların başında geliyor.
Öte yandan kamu-özel işletmeleri modeli ile yabancılar büyük teşvikler alarak Türkiye’ye girebiliyor. Köprüler, otoyollar, santraller vb. kâr garantili pek çok işletme İtalyan, Güney Kore, Çin, Rusya gibi ülkelerden milyarlarca dolarlık yatırımlar alıyor.
Sermaye, pek çok operasyonel sebepten dolayı rahatlıkla rüşvet verebileceği, yasama ve yargı kararlarını rahatça etkileyebileceği girmek ister. Yasal ve bürokratik birtakım engellere takılmadan, işleri mümkünse para ile ya da güçle çözeceği yerler her zaman tercih sebebidir.
Türkiye’de, rekabeti düzenleyici kurumda hakkınızda tekel olmak suçlamasıyla soruşturma yürütülürken birden o kurumun daire başkanını şirketinize üst düzey yönetici olarak transfer edebilirsiniz. Böylece hem rakipleriniz hakkındaki ticari sırları öğrenir hem de soruşturmaya ilişkin içeriden pek çok bilgi edinirsiniz.
Aynı şekilde Siemens, Daimler (Mercedes Benz) ve Delta Pine şirketlerinin ABD ve Almanya’da milyonlarca dolar para cezası ödemek zorunda kaldıkları rüşvet skandallarının Türkiye ayağında yaklaşık 10 yıl önce sessiz sedasız takipsizlik kararı verilmesi de bu durumun benzer örneklerinden biri.
Diktatörün ülkesine akın ettiler
Öte yandan ‘yabancı sermaye hukuk devleti tercih eder’ tezinin haklı çıkabilmesi için sermayenin hangi ülkeleri hangi koşullarda seçtiği meselesine de iyi bakmak gerekir. Ancak tarihsel örneklere bakıldığında tam tersi bir durumun olduğunu görürüz.
Şili’de 1973 yılında Pinochet darbesi sonrası ülkenin neoliberal bir deney sahası olarak kurgulanması sonrası Salvador Allende döneminde ABD tarafından uygulanan ‘düşman dış ekonomi politikası’ yeni ekonomik düzen sonrası yerini yabancı sermaye akınına bırakmıştı. On binlerce kişinin kaybolduğu, işkenceden geçirildiği ve öldürüldüğü bir askeri diktatörlük, yabancı sermaye için bir kaçış aracı değil, aksine onlar için ortamı temizleyen bir araç olarak görüldü.
Aynı şekilde Çin’de Deng Şiaoping döneminde başlayan liberalizasyon döneminde ülke daha fazla yabancı yatırımcı çekmek ve Çin ekonomisini geliştirmek için kapıları açtı. Bu dönemde Çin, çok partili seçimlerin yapılmadığı, Komünist Parti tarafından yönetilen bir ülke olmasına rağmen küreselleşmenin en önemli merkezlerinden biri oldu ve yatırımcı çekmeyi başardı.
Pek çok uluslararası şirket Çin başta olmak üzere üretim üslerini Asya’ya kaydırdı. Bunun sebebi ise o dönemde başlayan yatırım teşvikleri ve neredeyse Çin’le özdeşleşen düşük ücret politikası oldu. Aynı zamanda işçi haklarının olmaması, sendikasız-güvencesiz çalışma ve uzun çalışma saatleri o yıllarda Çin işçi sınıfının gerçeği olurken uluslararası dev şirketler fabrikalarını bu ülkeye taşımaya devam etti.
Sonuç
Yukarıda aktardıklarımızı özetleyecek olursak, sermayenin arayışı hukuk devleti değil, işçilerin pasifleştirildiği, grev yasaklarının olduğu, sendikasız, düşük ücret politikasıyla yüksek kâr edebileceği, işlerini bürokratik engellere takılmadan halledebileceği, vergi ve yatırım teşviklerinin yüksek olduğu ülkeler oluyor.
Sonuç olarak, yukarıda anlattığımız sebepler ve verdiğimiz örnekleri, CHP’li politikacıların ve kapitalizmin ideologlarının fikirlerinin bir liberal ezbere hem de oldukça bayat bir ezbere dayandığı açık. Sermayenin istediği şey, demokrasi, özgürlük ve hukuk devleti değil; istikrar, teşvik ve ucuz emek…