“Yumuşak başlıyım ama uysal koyun değilim.” 2009 yılı Davos Zirvesi’nde dönemin İsrail Başbakanı Şimon Peres’le atışarak meşhur “van minit” çıkışını yapan Erdoğan, basın toplantısında Mehmet Akif Ersoy’un “Zulmü Alkışlayamam” şiirinin dizelerinden uyarlanmış bu cümleyi sarf etti. Batılı ülkelere karşı benimsediği pazarlıkçı diplomasi tarzını da yıllarca “diklenmeden dik durmak” diye özetledi. Oysa dış politika anlayışı, bunun tam tersini öngörüyordu.
Hafızayı tazelemek gerekirse…
Filistin’e yönelik İsrail saldırganlığını en yetkili ismin yüzüne karşı dillendirerek “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye çıkışması, ilgili dönemde Arap halklarından takdir almıştı. Oysa perdenin arkasında başka hazırlıklar vardı. “Van minit” vakasından birkaç yıl sonra AKP beslemesi çeteler Filistin direnişinin en büyük destekçileri arasında yer alan Suriye’nin üzerine çullanarak fiilen İsrail’in elini rahatlatacak, Erdoğan da “Esad gitmeli” korosunun en şevkli üyelerinden birine dönüşecekti. Üstelik bu dış politika anlayışı Türkiye’nin içini doğrudan ilgilendiren maceralarla birlikte yürüyecek, Türkiye altı boş “açılım” ve “Yeni Osmanlı” hayalleriyle her türden dış müdahale ve provokasyon karşısında savunmasız, kırılgan ve güvensiz hale getirilecekti.
Eyyy İsrail!..
Eyyy Avrupa!..
Eyyy ABD!..
Kamera karşısında bu üslupla atılan nutukları sahada ve müzakere masasında Batılı emperyalistlerin çizdiği çerçeveye uyumlu, halkın çıkarlarını ve güvenliğiniyse hiçe sayan adımlar izliyordu.
“Açarız kapıları” diye AB’yi göçmen akınıyla tehdit ettikten hemen sonra yıllık birkaç milyar avro karşılığı üstlenilen sınır bekçiliği rolü…
Trump imzalı “Aptal olma, ekonomini mahvederim” mektubunun sineye çekilmesi, ABD tarafı mektubu basına sızdırana kadar kulağının üstüne yatıp kurulan ilk resmi temasta “Mektubu aynen iade ettik, zaten arşive de koymadık” sözleriyle aslında AKP’li Cumhurbaşkanı’nın şahsında halkımıza edilen hakaretin kabullenildiğinin üstü kapalı itirafı…
Filistin hamasetini elden bırakmazken İsrail’e işgal politikasını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu petrol ve askeri amaçlı ürün sevkiyatının sürdürülmesi, Kürecik radar üssünün açık tutulmasından ÖSO çetelerinin Suriye’nin üzerine salınmasına İsrail’in güvenliği için her türlü desteğin verilmesi…
Ve bölgeye yönelik açıkça işbirlikçi ve maceracı yaklaşımın içeride de yeni bir “açılım” masalıyla tahkim edilmesi, düne kadar temel özgürlükleri ve hukuku hatırlatanları kriminalize edenlerin Öcalan’ı meclise davet ederek aklımızla alay etmesi, sözde “barış” sürecinin daha ilk dakikasında kan dökülerek “barış” adı altında halkımıza yeniden kanlı bir senaryonun dayatılacağının ortaya çıkması…
AKP dış politikasının özünü yakalamak için Erdoğan’ın “diklenmeden dik durmak” sözünün tersyüz edilmesi yeterli: diklenirken dik durmamak…
Bunun en yakın örneği, Erdoğan’ın Almanya şansölyesi Olaf Scholz’la İstanbul’da yaptığı görüşme ve ardından yapılan basın toplantısında görüldü. Filistin ve Lübnan’da devam eden İsrail saldırganlığına dair Scholz’dan çok farklı bir dil kullanırken soru-cevap kısmında “İsrail basından soru alalım… pardon, Alman” sataşmasıyla yandaşlarına aradıkları malzemeyi verse de sataştığı Alman basınından gelen sorulara verdiği yanıtların içeriği o kadar da “dik” değildi.
Türkiye ile AB arasında göç konulu işbirliğini ve Türkiye kamuoyunda bu işbirliğine yönelik tepkileri hatırlatan bir Alman muhabirin “Almanya da bu işbirliğini geliştirmek istiyor, özellikle suç işlemiş Suriye vatandaşlarını iade etmek için. Siz göç konularında Avrupa Birliği’ne nasıl destek olabilirsiniz?” sorusuna verilen yanıt içler acısıydı. Soruya ve yanıta yönelik medya ilgisinin cılızlığı da…
Suriyeli sığınmacılarla ilgili kendi iktidarının oluşturduğu “geçici koruma” mevzuatı yerine AB çevrelerinin talebini esas alarak “mülteci” kavramını kullanan Erdoğan, ülkemizde resmi rakamlara göre 3 buçuk Suriyeli sığınmacı bulunduğunu ve bu başlıkta Merkel döneminden beri iki ülke arasında işbirliği olduğunu hatırlatarak savaş döneminde de hem Suriye hem de Lübnan’dan gelecek yeni sığınmacılara kapının açık olacağını söyledi.
Neren eğri diye sorulsa nerem doğru ki diye yanıt verecek bir açıklama…
Suç işlemiş başka ülke vatandaşlarını Türkiye’ye iade etme talebini ciddi ciddi gündeme getiren hadsiz bir soru ve konu Türkiye’deki temel özgürlükler olsa efelenecekken AB’ye hizmet olunca uysal uysal verilen yanıt…
Sınır komşularımız ve yakınımızdaki bölge ülkelerinde savaş ve işgallerden kaçarak ülkemize gelecek potansiyel sığınmacılara yönelik konukseverlik bir yana, Avrupa’ya gitmiş olan sığınmacıların da Türkiye’ye gönderilmesi gibi gayrimeşru bir talep karşısında “işbirliği” övgüsü…
Sığınmacılarla ilgili Türkiye Cumhuriyeti yasalarını ve kurumlarını yetkili kılan yerleşik hukuku bir kenara bırakarak AB’nin Türkiye lehine olan mevcut dengeyi değiştirmek için dolaşıma soktuğu “mülteci” kavramının kullanımı…
Savaşların derhal durdurulması, milyonlarca yeni insanın yerini yurdunu terk etmek zorunda bırakılmasının önlenmesi hedefini ağzına bile almaksızın yapılan “Savaş var, Suriye’den de Lübnan’dan da atlayın gelin” çağrısı…
Tüm bunların yeni bir sığınmacı akını için güncellenecek para pazarlığının ve Eurofighter sevkiyatının diyeti olarak gündeme gelmiş olması…
Ve bu kez – sanki bölge denkleminde bile isteye İsrail’le yan yana konumlanmıyormuş gibi – “İsrail saldıracak” heyulasıyla bir kez daha ve geçen seferkinden çok daha cüretkar adımlarla gündeme gelip daha hemen başında kan dökülen “açılım” tantanası…
22 yıllık Erdoğan döneminin dış politika ve diplomasi anlayışının özeti oldu “diklenirken dik durmamak.” Bu tuhaflığı bir daha geri dönmemek üzere tarihe gömmek boynumuzun borcu. Onurlu, başı dik ve halkına gerçekten güvenli bir yaşam vadedebilen bir ülke olabilmek için…
***
İçinde yaşadığımız karanlığın mimarlarından olan Fethullah Gülen, hep hizmetinde olduğu ABD’de öldü. Kendisi halka karşı işlediği suçların hesabını vermeden giderken suç ortakları ise hala iktidarda. İyi bilmezdik.