Önümüzdeki dönemde, kapitalizm bir kez daha deri değiştirirken, sermaye devlete/devlet müdahalesine çok daha fazla ihtiyaç duyacağını şimdiden açık ediyor. Neoliberalizm nasıl bir kriz döneminde geldiyse, gene bir kriz döneminde gidiyor.
Erdoğan “Hedef 2023” diyordu. Cumhuriyetin yüzüncü yılında “Türkiye yüzyılının başlangıcını” vaat ediyordu. Onun yerine tarihimizde benzeri görülmemiş, sarsıntısını asla unutamayacağımız topyekün bir çöküş izledik. Doğrusu bir değil, iki çöküş izledik.
Maraş depremi bize binalarla birlikte devlet kurumlarının da çöktüğünü iliklerimizi donduracak kesinlikte gösterdi. On binler, belki yüz binler bu iki enkazın birden altında kaldı. AFAD’ından Kızılay’ına, eğitim sisteminden sağlık sistemine, sorumluların değil en doğal tepkisini dile getirenlerin peşine koşulan yargısından, sessiz kalan muhalefet ‘liderlerine’, elzem ve ivedi kararlar alınması gerekirken ortadan kaybolup günler sonra uzatılmış sakalları ve boş bakışlarıyla ekranları dolduran ‘devlet adamlarına’, her adımında, olanca çıplaklığıyla, dayanılmaz bir öfke ve acıyla izledik bu toplu çöküşü. Kurumlar da devletin kolonlarıdır; yıllar yılı içleri oyulmuş, baltalanmış, talan edilmişlerdi, taşımadılar. İnsanlarımız bunların da altına kaldı. Hâlâ altındayız.
Depremden, soğuktan, kifayetsizlik, arsızlık ve niyetsizlikten, eninde sonunda devletsizlikten öldük, şimdi sorumlular aranıyor. Tek bir istifanın dahi gelmemesi de ortada bildiğimiz anlamıyla bir devletin kalmamış olduğunun bir başka göstergesi. Bir yanda kitleleri seçime işaret ederek sessizleştiren muhalefetle diğer yanda tweet atana dahi gösterilen sopanın kıskacında, sorumlulardan sorulacak hesap ötelenirken, kimi faturayı neoliberalizme, kimi ‘hayır,” deyip ‘tek adam rejimine’ kesiyor. Kuşkusuz ikisi de doğru, ikisi de eksik; bildiğimiz anlamıyla devlet çöktüyse, geriye kalan hayaletin ne olduğunu anlayabilmek bu ikisini alternatif açıklamalar olarak değil, bir neden sonuç ilişkisi içinde görmekle mümkün.
Müdahale karşıtlığından mutlak müdahillere
Neoliberalizm 70’li yıllardan itibaren, 90’lı ve 2000’li yıllarda hızlanarak, devlet müdahalesine karşıtlık söylemiyle yükseldi, ‘devletten özgürlük’ vaat etti ve sonunda dünyanın dört bir yanında şu ‘sağ popülist’ dedikleri, devlet benim’ci, ne halk, ne parlamento, ne sınır tanıyan liderler dalgasına gebelik etti.
Göründüğü kadar büyük bir paradoks değil. Çünkü neoliberalizm, kapitalizmin krizine çözüm olarak gördüğü yeni bir genişleme/yağma evresinde özellikle ‘gelişmekte olan’ ülkelerde küresel sermayenin önünde engel oluşturan her türlü kurum ile yasal düzenlemenin tasfiyesini hedef alıyordu. ‘Devletin ekonomi/toplum üzerindeki etkisinin azaltılması’ ifadesiyle gizlenen, başından bu yana, her ne kadar kaldıysa sosyal devletin, kamu kurumlarının ve sosyal hakların hedef tahtasına oturtulmasıydı. AKP de böyle bir dönemde, varlık nedeni olan cumhuriyet nefretiyle hem küresel hem ‘milli’ sermaye için bulunmaz bir parti olarak yükseldi.
Tek adam rejimleri işte bu kurum talanının sonucudur. Büyük sermaye bu yağma ve talan döneminin yükselttiği, ‘laf anlamaz’ devlet benim’cilere zaman zaman horgörüyle baktı, yer yer sert eleştirmeye yeltendi. Ancak köle ücretinden, taşeronlaşmadan, yargının bu büyük yağma ve zor düzenini baskıyla koruma aracına dönüştürülmesinden vazgeçemeyeceğinden desteğini esirgemedi.
Yeni devletin kamu politikası
Neoliberal politikalar, gelinen noktada devleti dönüştürerek sermaye ile arasında pek de gizlenmeyen bir simbiyotik ilişki oluşturmuş durumda: Siyasal krizlerde sermaye kendisini besleyen iktidara arka çıkıyor[1], ekonomik krizlerde iktidar devleti sermayeye koltuk değneği ediyor. Sınıflı toplumlarda devlet kuşkusuz her zaman egemen sınıfın baskı aygıtı oldu ama en azından, soyluluğu tanıyan diğer devlet türlerinden farklı olarak burjuva devleti, kuruluşunda “herkesin devleti” gibi görünme iddiası taşıyordu. Gelinen noktadaysa, ‘kral’ her zamankinden daha ‘çıplak’. Birinci dünyada tekellerin ihtiyaç duyduğu savaşları çıkarma ve yürütmenin ötesinde, yeni devletten beklenen asli görev, şirketleri halkın parasıyla iflastan kurtarmak. ‘Finansal risklerin toplumlaştırılması’ diyorlar; devletin kamu politikası bu artık. Ve önümüzdeki dönemde, kapitalizm bir kez daha deri değiştirirken, sermaye devlete/devlet müdahalesine çok daha fazla ihtiyaç duyacağını şimdiden açık ediyor.
Neoliberalizmden sonra
Neoliberalizm nasıl bir kriz döneminde geldiyse, gene bir kriz döneminde gidiyor. Hayır, sermayenin gitmesini istediği elbette özelleştirmeler, kurum ve artı-değer talanı değil. Ama devlet müdahalesine karşıtlık söylemi de, dahası küresel serbest ticaret ısrarı da yavaş yavaş geri çekiliyor. Geçtiğimiz yıllarda neoliberal politikaların en candan savunucularının şimdi neoliberalizm eleştirisine başlamalarının ardında yatan neden bu.
2008’den bu yana bir kriz gündemindeyiz. ABD için bugün en büyük sorun kâr oranlarının bir kez daha düşüşte olması ve başta Çin olmak üzere kimi kalkınmış devletlerin pazar payının gittikçe artması. Bu, onu korumacı politikalar benimsemeye ve küreselleşmeyi sınırlandırmaya zorluyor. Bu küresel dönüşüm üzerine daha ayrıntılı yazılar yazmayı umuyorum. Ancak burada şu kadarını söyleyebiliriz, her ikisi de enflasyon ve resesyonu tetikliyor. Sermaye de yeniden kendi ayakları üzerinde istediği ölçekte sömürebilir duruma gelinceye dek, işte bu tür yeni devleti, onun kendisini kollayan müdahalesini çağırıyor; hangi iktidar adayı buna talipse ona göre destek veriyor, örnek olsun son çıkışları nedeniyle Kılıçdaroğlu’nun vaat edebileceklerinden az da olsa kuşkusu mu var, yanına İmamoğlu ve Yavaş’ı koyuveriyor.
Artık bildiğimiz devlet yok.
Biz yenisini kurana kadar.
Deniz Hakyemez
[1] https://haber.sol.org.tr/haber/gorus-tusiadin-kripto-erdoganciligi-36039